YAŞAMAK ZAMANI

Dikenli Tarladan Gül Bahçesine (9)

Çardak Deyip Geçmeyin

            Dikenli tarlaya yaptırdığımız köy evimizin çatı katı çabuk bitti. Bir metre ya var ya yoktu çünkü yan duvarları. Çatıya gelmişti sıra.

            “Nasıl yapalım?” diye sordu Mehmet Usta.

            “Doğrusu ve güzeli neyse öyle yapalım Ustacığım! Bahçıvan evinde yaptığımız gibi kiremitli olacak tabii. Baca koymayı da unutmayalım.”

            “Baca niye gerekli? Kışın oturmayacaksınız ki.”

            “İstanbul’un pis havasından, gürültü ve patırtısından sıkılınca, kış da olsa, yağmur, kar, fırtına da olsa, ara sıra hafta sonları gelip bir iki gün burada kalmayı çok mu görürsün bize Mehmet Usta?”

            “Haklısınız hocam, böyle düşünmemiştim hiç.”

            “Dahası, kalorifer de koyalım; diyorum.”

            “Tabii hocam, neden olmasın? Mazotlu bir kat kaloriferi, yarım saatte hamam gibi yapar burayı.”

            Kısa zamanda çatıyı çatıp kiremitle örtünce, kutu gibi bir eve benzedi; karşıdan görünüşü.

            Balkon, balkon nerde?

            Neye yarardı, balkonu olmayan yazlık bir ev?

            Silivri – Semizkumlar’daki dubleks yazlığımızın bile, girişte üç tane olmak üzere dört balkonu yok muydu?

            Bu köy evinin balkonu farklı olmalıydı ama.

            Farklı ne demek?

            Farklı balkon nasıl olurmuş ki?

            Akseki’nin Gödene köyündeki çocukluğumun geçtiği evimizi unutamıyordum hiç. Güneye bakan cephesi baştan başa üstü açık balkondu.

            Ancak biz balkon değil, “çardak” derdik; bu ahşap bölüme. Çok işimize yarardı; evimizin bahçeye doğru uzanmış bu çıkıntısı. Sözgelişi yazın bulgurumuzu, tarhanamızı burada kuruturduk. Annem, bulaşıkları ve ufak tefek giysileri çardağın bir köşesinde yıkardı.

            Yaz günleri, özellikle ikindiden sonraları gölgelendiği için hepimizin tercihi çardak olurdu. Hele hele akşam yemekleri mutlaka orada yer sofrasında yenirdi. Hele hele öndeki bahçeden, “Ye beni, ye beni” der gibi dallarını çardağa uzatan lâcivert kabuklu nefis incir!..

            Yatıncaya dek orasıydı mekânımız. Altımızda bir minder (ki bir iki kişilik olanlara “şilte” derdik), arkamızda bir yastık, ahşap durabaya yaslanır, ay ışığı olsun olmasın, yıldızlarla bezenmiş gökyüzünün eşsiz güzelliğini seyrederken, on - on beş metre ilerimizde akan köy çeşmesinin şırıltısını dinlerdik. (Yazıyı bilgisayara aktaran kızım Dilem Gözde, üstteki satırları okuduktan sonra, parantez açıp bir şeyler yazmış. Ne yazmış bakalım):

            “Babacıım, ben de hatırlıyorum. Geceleri özellikle sanki dünyadaki tüm yıldızlar sadece orası için parlıyordu. İnanılmazdı, sırt üstü yatıp büyülenmişçesine, gökyüzünün karanlığını delen yıldız kümelerine dalıp dalıp giderdim; o ahşap çardakta ben. Tabii ayağım bir iki kez de olsa çürümüş tahtaların deliklerine takılıp düşmek ayrı bir eğlenceydi benim için. Bacağımı kanatsa bile yine de benim için o ev ve o çardak en büyülü yerlerinden biriydi çocukluğumun.

            Belki de sevgili babaannemin o doğallığı, sevgisi, o eşsiz şivesi ile konuşması ayrı bir güzellikti.  Hele de tüm köylülerin bize “hoş geldiniz” demek için evlerinden kendi elleriyle yaptıkları bir şeyleri kaptıkları gibi gelmeleri… Ya da daha sonra köy kadınlarının toplanıp bana aldığınız o komik papağan oyuncakla konuşmaları… Ne doğal, ne içten, ne bozulmamış ‘gerçek insan’lardı onlar! Alabildiğine yalın, alabildiğine el değmemiş, kirlenmemiş, saf ve berrak bir kaynak suyu gibi sanki…

            Kana kana içercesine keyif aldım; işte o tatlı mı tatlı insanlardan ben. İnan ki, hafızamın en değerli anılarından… Gözlerim doluyor şu an… Nûr içinde yatsın babaanneciğim benim ve hiç tanıyamadığım büyük babam Osman Erkan dedem. Zöhre Teyze ve eşi Ârif Çavuş Enişte de şu an gözümün önündeler. Ne kadar içten ve candandılar! Hem bir birlerine, hem bizlere karşı sevgi doluydu ikisi de.  

            O eşsiz çardağa yer var; benim anılarımda. Ve babaanneme ve Gödene’nin o sevgi dolu tüm köylülerine…”

                                                           *   *   *

            Sanmayın ki yalnız bizim vardı, öyle bir çardağımız. Üç aşağı beş yukarı, her evin bir çardağı vardı. Yüzü aşkın haneden çardaksız ev olduğunu görmedim hiç.

            Kimi zaman, bize oldukça uzak olan İhsan Öğretmenimizin evindeki radyoda söylenen bir türküyü dinlerdik. Ne büyük bir zevk, ne büyük bir mutluluktu o!

            1950’lerin başlarında, evlerimizin bitişik, çardaklarımızın yan yana olduğu Tahir Ağa ve Azime Abla komşumuzun da yoktu radyosu, başka komşularımızın da…

            Bu özlemi çok duyduğum için çocukluğumda, Diyarbakır/Ergani’deki Dicle Öğretmen Okulu’nda bir yıl çalıştıktan sonra, 1962 Temmuz’unda tatilimi geçirmek için dönerken köyüme, ailemi ve komşularımızı düşünüp bir radyo almak oldu ilk işim.

            Balkon deyip çardak deyip tâ nerelere gittik. En iyisi, Silivri’nin Kavaklı köyündeki dikenli tarlaya yaptırmakta olduğum köy evine döneyim yine.

            Evet, güney cephesi baştan başa balkon olmalıydı bu evin de. Önü ve yanlar tümden açık ama üstü kapalı… Ve çocukluğumu yaşadığım evimizin çardağı gibi geniş mi geniş…

            Taban beton olabilir, zarar yok ama tavan, çatı, korkuluklar, çatıyı taşıyan direkler ahşap olmalıydı mutlaka. Öyle de yaptık. Ayrıca evin güney cephesini de ahşap lambriyle kaplatınca güzel oldu gerçekten.

            Bu ahşap güzellik salonda niçin olmasın; deyip tüm duvarları da ahşapla kaplattım; Kayserili Marangoz Yusuf Usta’ya. Teşekkür borçluyum ki, aynı Mehmet Usta gibi o da hiç yormadı, üzmedi beni. Ve yaklaşık 32 yıl geçmesine karşın yine sapasağlam, yine kusursuz…

            Ön cephe ve salon duvarlarını ahşap yaptırmanın, göze hoş görünmesi dışında bir yararı da şu oldu: Çok sıcak havalarda evin salonu, balkon ve ağaç gölgesinden daha serin oluyor. Bunu düşünmemiştim hiç.

            Balkondan bahçeye ahşap bir merdiven de koyduk. Bu merdiven, evin batıya bakan giriş kapısından daha çok kullanılıyor. Bahçeden eve, evden bahçeye inip çıkan herkes bu yolu kullanır hep.

            Bahçıvan evinin önüne bir çeşme koydurmuştum. Bahçıvan İlyas Efendi gibi eşi Sebile Hanım da, “Ne iyi etmiş de bunu düşünmüşsün Hüseyin Bey. Çok işimize yarıyor. Elimiz ayağımız çamurlu ve toz toprak içinde eve girmek zorunda kalmıyoruz.” diye söylüyorlardı.

            Öyleyse, aynı şeyi kendi evimiz için de düşünmeliydim. Gerçekten de balkon önüne hat çektirip eski çeşmeleri andıran bir zemin ve ortasına ona yakışan eski bir musluk koydum.

            İyi ki yaptırmışım! Bizim de konuklarımızın da çok işine yaradı bu çeşme. (Devam edecek)

 

Yayın Tarihi
09.10.2021
Bu makale 581 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!