YAŞAMAK ZAMANI

Yine Bize Düştü Şükretmek

“suçlu kim” mi dediniz?

iyiliği ve kötülüğü

gökten beklediğimiz sürece

suçlu hepimiz!                       

            H.E.

 

            Emekli Cumhuriyet Başsavcısı bir dostum var. Her hafta mutlaka bir kez, çoğu zaman da birkaç kez haberleşiriz. Sevincimizi de paylaşırız, üzüntümüzü de…

            Son günlerde sıkça yinelediği bir önerisi var:

            “Gel, bir komünist partisi kuralım seninle.” diyor. Gülmeye başlayınca da ben:

            “Ne gülüyorsun? Şaka yapmıyorum ben; çok ciddiyim.” diyor.

            Düşünebiliyor musunuz, 19 yıldır ülkemizi yöneten iktidar partisinin dinsel söylemleri ve eylemleri hariç, ekonomik ve politik uygulamalarına toz kondurmayan biri söylüyor bunu:        

            Ben ipe un serince de:

            “Sadece eleştirmek yetmez. Eyleme dönüşmeyen düşünce neye yarar? Hizmet etmek istiyorsan ülkene, taşın altına koyacaksın elini.” diye ısrar ediyor.

            Onca parti var ülkemizde. Birçoğunun genel başkanı da deneyimli politikacılar. Öyle olduğu halde onların da çoğu seçimlerde bir varlık gösteremeyip tabela partisi olmaktan öte gidemiyor. Kursan ne olur, kurmasan ne olur; yeni bir parti! Hele hele halkımızın adından bile korkup ürktüğü bir “komünist” partisine kaç kişi oy verir ki!

            Günde beş kez Arapça ezan okunan, anlamı bilinmeyen her duaya âmin denen bir ülkede komünist partisinin şansı nedir?

            Benim gibi değilse de emekli Cumhuriyet Başsavcımız gibi geniş ve ileri düşünenler yine de kurmuşlar; bu isimde partiler.

            Sonuç: Ne partileri iflah olmuş, ne kendileri…

            Geçen hafta aradığında, sesi biraz farklıydı; Cumhuriyet Başsavcımın.

            “Hayrola!.. Rahatsız mısınız yoksa?” diye sorunca:

            “Hayır, hayır… Rahatsız değilim ama üzgünüm üstadım!” dedi:

            “Niçin? Olumsuz bir durum mu var yoksa?”

            “Daha ne olsun! Görmüyor musun haksızlıkları, adaletsizlikleri? Gazete okumuyor, televizyon izlemiyor musun?”

            Hayret ettim. İlk kez böyle konuşuyordu dostum.

            Gazetelerimizin birçoğu gibi, televizyonlarımız da güllük gülistanlık olarak gösteriyordu ülkemizi. Onlara göre işinden gücünden de memnundu halkımız, serbest iradesi ile seçtiği iktidardan da…

            Üstelik bütün dünyaya meydan okuyup Ayasofya Müzesi’ni de cami yapmıştık. Çamlıca tepesinde çok minareli büyük bir cami de açmıştık; kısa bir süre önce. Bununla yetinmeyip Taksim’e de Türk mührünü basmıştık. Belki unutmuştur diye anımsatınca bunları, biraz kızgınca kesti sözümü:

            “Bana ne bunlardan üstadım! Hiçbirinin önemi yok benim için.”

            “Nedir sizce önemli olan?”

            “Adaletsizlik, adaletsizlik!..”

            Haklıydı dostum. Bir hukuk adamı için, her şeyden önce gelirdi adalet. Ve bir ülke için en büyük sorun da adaletsizlikti elbet.

            Bunu bile bile yine de sordum:

            “Nedir, Sayın Cumhuriyet Başsavcım, sizi isyan ettirip üzen adaletsizlik?”

            “Görüyorum ki, aynı anda iki – üç, dahası dört - beş yerden maaş alanlar var. Üstelik de her biri ballı maaşlar…”

            Hınzırlığım üstümdeydi o gün. Üstüne üstüne gittim; bilmezden gelip:

            “Yok canım, olmaz öyle şey! Milyonlarca insanımız, gencimiz asgari ücrete bile razı olup yıllardır iş aradığı halde bulamazken, bazıları iki-üç yerden nasıl maaş alırlarmış? Uyduruk haberlerdir bunlar. Duyun da inanmayın.”

            “Biliyorum; dalgasına böyle konuşuyorsun. İtiraf ediyorum; ilk başlarda ben de böyle düşünmüştüm. Ama baktım ki, adamların adı sanı belli, nerelerden ne kadar maaş aldıkları belgeli… Üstelik ne kendileri yalanlıyor bu haberleri, ne de maaş aldıkları belirtilen kurumlar. Demek oluyor ki, gerçek…”

            Başka bir yol denedim; bu kez:

            “Ben sizin başarılı insanları kıskanmadığınızı sanırdım. Görüyorum ki, yanılmışım. Her ne kadar atalarımız, ‘Bir koltuğa iki karpuz sığmaz’ demişlerse de, insanın iki koltuğu olduğunu bilmezden gelmişler. Sonra, üç dört karpuz için bir şey dememişler. Niçin kıskanalım ki sığdırabilenleri; alkışlamak, takdir etmek dururken?”

            “Ülkemizde yetişmiş insan kıtlığı mı var ki, bir kişi hem bakan yardımcısı, hem bir bankanın yönetim kurulu üyesi olsun? Nerde görülmüş bu? Bazılarına şapur şupur, bize geldi mi yarabbi şükür. Benim isyanım da, itirazım da buna işte!”

            “Anlıyorum sizi dostum, anlıyorum da gerçekten böyle bir haksızlık ve adaletsizlik var mıdır ülkemizde?”

            “Olmasa ne diye üzüleyim? Bir yüksek bürokrat, aynı zamanda bir anonim şirketin yönetim kurulu üyesi olur mu? Bakanlıktaki görevinden 28 bin lira, ikinci işinden de yaklaşık 40 bin, toplamda 68 bin lira maaş alırsa, isyan etmez misin sen?”

            “Siz ne kadar alıyorsunuz?”

            “Emekli maaşı olarak 8 bin 500 lira… Başka gelirim yok benim.”

            “Yine de şükretmiyorsunuz, öyle mi?”

            “Niçin şükredeyim ki? 38 yıl hizmet etmişim devletime. Ben bu kadar alırken, elin oğlu, benden 8 misli fazla alıyor; her ay. O sırma saçlı da benim başım kel mi?”

            “İzninizle, ben de söyleyeyim: 20 yıl devlete hizmet ettim; öğretmen olarak. Bir yayınevi açtığım için 20 yıl da BAĞ-KUR’a pirim ödedim. Toplam 40 yılın sonunda aldığım emekli maaşı 2 bin 383 lira, 53 kuruş… Üstelik emekli ikramiyesi de ödenmedi bana. Asıl benim isyan etmem gerekmez mi?”

            “Sen isyan etme, Güler Erkan hanım gibi bir eşin olduğu için şükret. Kıymetini bil; o yetenekli ve akıllı Hanım’ın” demesin mi?

            Oh be!..

            Söz konusu bizsek eğer, şükredelim sürekli.

            Aman, ne güzel, ne güzel!..   

            Ya kendileri?.. Ya kendileri?..

Yayın Tarihi
26.06.2021
Bu makale 571 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!