MELTEM ESİNTİSİ

Köy Enstütüleri ve AKS

sevgili Antalyalılar,

Antalya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO), tarım, ticaret, turizm ve sanayi başta olmak üzere hemen her alanda Antalya’nın nabzını iki eliyle birden sımsıkı tutmaya ve yönlendirmeye, kentin en güçlü sivil toplum örgütü olarak, çevresine örnek olmaya devam ediyor. Burada yaptıklarını sayıp dökecek, konuyu listeler yaparak uzatacak değilim.

Beni daha çok ilgilendiren, bir meslek örgütü olarak ATSO yönetiminin eğitim, kültür ve sanata sıcak bakışları, her fırsatta destek oluşları, bizler iş adamıyız, kazandığımız bizi ilgilendirir, kültür sanattan bize ne dememeleridir.

 

Yıllar içinde bunun kuruma yakışan çok güzel örneklerini gördük, görmeye de devam ediyoruz. Kurum adına okul açmak, her yıl tekrarlanan klasik Türk müziği günleri düzenlemek, nitelikli müzeler oluşturarak ulusal ve evrensel sanattan kenti haberdar etmek, Picasso gibi Andy Warhol gibi dünya çapında sanatçıları Antalyalıların ayağına getirmek, onunla da kalmayıp, yerel ve geleneksel sanatları ve sanatçıları desteklemek bunların arasında sayılabilir.

 

Bir yanda bizleri Ara Güler fotoğrafları ile tanıştırırken, diğer yanda ilk Türk kadın akademisyen fotoğrafçısı Yıldız Moran fotoğrafları ile beslemek ancak AKS (Antalya Kültür Sanat) gibi dört dörtlük bir kuruma yakışırdı. Kültür ve Sanat merkezi, üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor ve gerçekten örenk davranışları ile takdiri ve alkışı hak ediyor.

Bir yandan Yıldız Moran fotoğraf sergisi devam ederken, yeni bir özgün ve anlamlı sergi ile Antalya kamuoyunun karşısına çıkıyor.

21 Nisan 2018 tarihinden başlayarak 5 Ağustosa kadar sürecek bir sergi bu. Serginin iç içe geçmiş iki adı var. Biri “Düşünen Tohum, Konuşan Toprak.” Diğeri “Tonguç’la taş taşımak”.

Serginin oluşumunda Sunan-İnan Kıraç Pera Müzesi’nin, sergi sorumlusu Ekrem Işın’ın, sergilenecek malzeme, obje, bilgi, belge ve fotoğraf temininde Tonguç Vakfı belgeliğinin, Işık ve Metin Kansu beylerin, AKS Vakıf ve Sanat Merkezi yönetiminin, Aksu Fen Lisesi’nin ve YKKED Antalya şubesinin katkılarını görmezden gelemeyiz. Zaten serginin titizlikle çalışan bir ekip tarafından hazırlandığı ilk bakışta dikkat çekmektedir.

Elealınıp işlenen konunun, cumhuriyetin kuruluş yıllarında savaş meydanlarında kazanılan zaferin, toplumun ekonomik ve ticari alanlarda da kalkınmasını sağlayarak, eğitimi yurt çapında yaygınlaştırarak taçlandırmak olduğunu hepimiz biliyoruz.

Köy Enstitülerinin de bu amaçla açıldıklarını, kısa zamanda çok ses getirdiklerini okuyoruz. Projenin uygulayıcısının dünya eğitim tarihine adını yazdırabilmiş tek Türk olan İsmail Hakkı Tonguç olduğunu, kitaplardan okuyor, yaptıklarından görüyor, anlatılanlardan dinliyoruz.

Köy Enstitüleri’nin kuruluş gerekçesi, o dönemde hemen tamamı (yüzde 85 i) köylü olan nüfusumuzun, köyden ve köylüden başlayarak içinden canlandırılması ilkesine dayanıyordu. Bütünüyle bize özgü bir eğitim uygulamasıydı.

 

Ne diyordu İlköğretim Genel Müdürü Tonguç, köye ve toplumun çekirdeğini oluşturan köylüye dair?

“Köy güzelleşmedikçe, ülke güzelleşemez.

Köy hayatı canlandırılmadıkça, memleketin genel yaşamı canlanamaz.

Köy çiçeklenmedikçe, ilçe ve iller çiçeklenemez.

Köylü gülmedikçe, şehirliler gülemez.

Köylü doymadıkça, ulus doyamaz.”

 

Adından da anlaşılacağı gibi köylü, düşünmeyi ve konuşmayı, sorgulamayı, hakkını aramayı, ürettiğinin karşılığını almayı, kısacası insan gibi yaşamayı aydınlanarak öğrenecekti. Ağa kapısında maraba, cehalet karşısında tutsak, şeyh önünde mürit olmayacaktı. Gerçek anlamda “ulusun efendisi” yapılacaktı.

 

“Tonguç’la taş taşımak” da serginin diğer adı.

kez bu ifadeyi bir Tonguç imececisi olan, Sabahattin Eyuboğlu, kullanıyordu. Tonguç’un sağ kolu idi toplum bilimcisi Sabahattin Eyuboğlu. Nasıl ünlü şairimiz Nazım Hikmet, bizleri “kurşun eritmeye”, birer “sıra neferi” olmaya çağırıyorsa, Eyuboğlu da “Tonguç’la Taş Taşımaya” çağırıyordu insanımızı. Toplu çalışmaya, toplu kalkınmaya, yurt çapında imeceye çağırıyordu.

Enstitü anlayışında taşı taş üstüne koymak vardı. Herkesin gücü oranında imeceye katkısı isteniyordu. Damlaya damlaya göl etmek, her fırsatta üretmek, ürettiğini işe yaratmak, işlevsel kılmak vardı. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” anlayışı yaygındı.

Kendi işini kendi görmek, acıları bal eylemek, sevinçleri şarkılarla, türkülerle, halaylarla, horonlarla, diz vurarak zeybeklerle çoğaltmak vardı enstitü anlayışında.boyu arkadaşlıklar edinmek, işkolik, biyonik ve bilge adam Tonguç’u örnek alıp kendine, onu manevi baba saymak vardı. Köyü, köylüyü onun istekleri doğrultusunda bir an evvel içinden canlandırmak vardı. Yüzyıllarca yerinde hareketsiz duran taşı yerinden oynatmak, oluşan sinerjiye ortak etmek vardı.

“Düşünen Tohum, Konuşan Toprak” rastgele konmuş bir ad değildi sergiye. Nedenine gelince, yüzlerce yıl, Osmanlı tebası olarak düşünmemiz, sorgulamamız istenmemişti. Ağzımıza vurulup lokmamız elimizden alınmış, vergi demişler vermişiz, savaş demişler gitmişiz. Cephelerde ölmüşüz. Olanı biteni sorgusuz sualsiz yazgı deyip kabul etmemiz istenmiş. Cehalete tutsak olduğumuz için hep susmuşuz. Yutkunmuşuz. Ne dendiyse doğru yanlış kabul etmişiz.

Tonguç Baba, enstitü enstitü dolaşıp,“Yüzyıllarca susturulan bu suskun, ağzı var, dili yok köy çocuklarını, ne edin edin konuşturun” demişti.

Enstitüler, tüm unsurlarıyla bu sözü emir saymış, artık susturabilene aşk olsun, ne Mehmet Başaranlar, Ne Mahmut Makallar, Ne Talip Apaydınlar, Ne Dursun Akçamlar, Ne Ümit Kaftancıoğulları, ne Fakir Baykurtlar, ne Behzat Aylar, Hasan Kıyafetler, Ne Pakize Türkoğlular, Naciye Poyraz Makallar, ne Halise Apaydınlar ve Birsen Hatun Başaranlar yetiştirmişler. Adnan Binyazar olmuş, Emin Özdemir olup Türk dilini yüceltmişler verdikleri örneklerle. Cavit Orhan Tütengil olup, öğrencilerine köy incelemeleri yaptırmışlar, gece karanlığına, cehalete karşı bayrak açıp, uğrunda can bile vermişlerdi.

Okaylar, Mustafa Şanlılar çıkmış aralarından, Aspendos Tiyatrosunda kral Oidipus oynamışlar, yurt çapında ses getirmişler, arkalarından festivalleri tetiklemişlerdi.

Abdullah Aksakallar çıkmış Aksu’dan, beye, bakana, egemene kafa tutmuşlar. Haklarını savunmuşlardı.

Dönemin Sağlık bakanı Behçet Uz ve Aksu öğrencisi Abdullah Aksakal

“Yıl 1945. Tek parti dönemiydi. İktidar Partisi, kendi kurduğu Köy Enstitüleri’ni yıkma hazırlığı içindeydi. Partinin Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal, Eğitim Bakanlığı yetkililerine “Elektrik, çift motoru diyerek köylünün rahatını bozmayın, köylü hayatından memnundur” diyordu onları toplayarak.

 

Onun 1941-45 arasında ektiği tohumlar iyice filizlenmiş, Meclis Başkanı, Bakanlar ve milletvekilleri, tek tek ya da kurul olarak Köy Enstitüleri’ne gidip gelmeye, soruşturmaya başlamışlardı. Öfkeliydiler. Öfkeleri yıkım hazırlığı ile ilgiliydi.

 

Bu tutumla ilgili olarak dönemin Sağlık Bakanı Dr. Behçet Uz da bizim okula, yani Aksu Köy Enstitüsü’ne gelmişti. Üç gün kaldı. Her şeyi inceledi. Dersliklerin badana edilmesi ile bile uğraştı. Bir sabah dersliğe girdiğimde, dersliğimiz badana ediliyordu ve çalışanların başında Bakan vardı. Bakan Uz, yanındaki öğrencilere:
“Siz ne biçim öğrencisiniz, şurada badana yaptırıyoruz, badana ne işe yarar, diye sormuyorsunuz.” dedi.
Bir arkadaşımız, terbiyelice:
“Sorduk ve öğrendik efendim. Bu badananın içinde D.D.T. varmış ve üç ay süresince bu duvara konan sinek ölüyormuş.” dedi.
Ertesi gün pazardı. Kampana uzun uzun çalınca, yukardaki yatakhanelerimizden acele yönetim binasının önündeki meydanda toplanmak için koştuk. Toplantı yerine geldiğimde, Bakanın gideceğini, gitmeden öğrencilerle görüşmek istediğini öğrendim.

Bakan, yüksekçe bir yere çıkmış, öğrenciler çevresine toplanmıştı. Bakanın yüzü, badana yaptırdığı anda olduğu gibi asıktı.
“Siz ne biçim öğrencilersiniz böyle!” diyordu. Badana yaptırdığı anda söylediği gibi… “Siz ne biçim öğrencilersiniz, paçalarınız yerlerde sürünüyor…”

O anda arkadaşımız Abdullah Aksakal, hemen yerinden fırladı. Gerçekten tulumunun bir parçası yerde sürünüyordu.
“Sözünü ettiğiniz öğrenci benim. Herkesi suçlamayın.” dedi. “Toplantınıza yetişebilmek için koşarken paçama bastım. Lastiği koptu. Lastiği yeniden takmaya kalksam, toplantınızı tümden kaçırabilirdim!”
(Öğrenciler, paçası lastikle büzülen ve “golf pantalon” adı verilen bir çeşit tulum giyerlerdi açık alanlarda.)


Aksakal arkadaş, çok okuyan, düşünen, düşündüğünü rahatça söyleyen bir öğrenciydi. Bu okulda verilen eğitimin doğal sonucuydu aslında. Ona aslında öğrenci değil, öğretmen demek gerekirdi. Son sınıftaydı. Birkaç ay sonra diplomasını alıp, bir köyün çocuklarını yetiştirmeye, köylüye rehberlik yapmaya gidecekti.


Cumartesi toplantılarında okulun o hafta içinde görülen yönetim hataları ortaya getirilir, yönetimde bulunan öğrenciler, yöneticiler, hatta müdür bile eleştirilirdi. Bunun için kimsenin notu kırılmaz, kimse azarlanmazdı. Bu demokratik ortamda kavga döğüş akla bile gelmezdi. Öğrenci- öğretmen ilişkileri, bir aile ortamının ilişkileriydi. Aslında sadece o değil, Enstitüde herkes bir Abdullah Aksakal idi. Düşünmek, düşündüğünü söylemek doğal bir davranıştı.

Bakan, çok kızmıştı Aksakal’ın karşı çıkan davranışına. Belki de alışkın değillerdi karşılarında insanların konuşmalarına.


“Sen ne biçim öğrencisin, yönetime gel benimle” diyerek yönetim binasına yürüdü. Müdürümüz Halil Öztürk ve beş-on meraklı öğrenci, biz de beraber yönetim binasına yürüdük. Bakan oturdu. Aksakal karşısında ayakta. Biz meraklılar da kapıya yığıldık. Bakan Uz, gerçekten çok öfkeliydi. Müdürümüz de Bakanın arkasına gelen bir yere oturdu.
“Sen benimle nasıl böyle konuşabilirsin?” dedi Aksakal’a.
“Ben düşündüklerimi söylerim.”
“Seni gittiğin her yerde izleteceğim.”
“İstediğin kadar izlet. Siz egemen sınıflar, suskun millete alışmışsınız. Konuşana bir yumruk vurup yere seriyorsunuz. Ezik bir toplum oluşuyor böylece. İnsanları böyle yönetmek çok kolay olsa gerek, ama bu böyle gitmez…”

 

"Bu böyle gitmez," demişti enstitülüler. "Bu böyle gitmez." Bu davranışları fincancı katırlarını ürkütmeye, tedirgin etmeye yetmişti.

*

Gün olmuş, Bakan Hasan Ali Yücel, hizmet istemiş tıp fakültesinden taze mezun Dr. Bedia Hüdaverdi’den. “Vatan sizden hizmet bekliyor” demiş. Bir an bile tereddüt etmemiş doktor Bedia. “Nereye isterseniz giderim efendim” karşılığını vermiş.
*
Ben burada bir iki örnekle enstitüler arası uyumdan, haberlilikten ve yukardan gelen yönergelerin ışığında hareketten söz etmenin tam zamanı olduğunu düşünüyorum.
*
Örneğin Mecliste Eskişehir milletvekili Emin Sazak, Enstitüler ve enstitü öğrencileri hakkında konuşurken, “Bunlar kendilerini Atatürk sanıyorlar” der. Bakan Yücel, “Atatürk olmalarını temenni etmek gerekir” cevabını verir.

Bakın, bu konuya yönelik olarak Dr. Bedia Hanım, Aksu’lu öğrencileri nasıl tanımlıyor:

"Başlangıçta öğrenci bulmakta sıkıntı çektik, sonraları birer ikişer çoğalmaya başladılar. Ve derhal mektebi inşaya başladılar. İnşaat, yani Mektebi çocuklar yaptı. Ve hepsi birer taşın ucuna yapıştı. Birer köyün ucuna yapıştı." (Tonguç'la birlikte taş taşıdılar demeye getiriyor doktor hanım. YAS)

"Ve bunlar o kadar inançlı çocuklardı ki. Bu memleketi kurtaracaklarına, köylüleri okutacaklarına, köylerine döneceklerine, köydeki cahil halkı eğiteceklerine ve büyük hizmetler göreceklerine inanmış çocuklardı. Hepsi Atatürkçü çocuklardı.”

(Onlardan niçin korkulduğu net olarak bu ifadelerden anlaşılmıyor mu şimdi? Atatürk devrimlerini halka anlatacak insanlardan korkulmaz mı? Ya uyanırsa halk ve gücünün farkına varırsa. Ya çıkar çevrelerine oy vermezse. Ya hacı hoca takımına pabuç bırakmazsa. Tabii ki korkuyorlardı. Korkuları, Toroslar kadar büyüktü. YAS)

Devam ediyor doktor Bedia. “Ve o gün bu gün, devamlı mezun verdik ve uzun yıllar Aksu Köy Enstitüsü’nden mezun olan çocuklar, bütün Antalya’nın kazalarına, köylerine dağıldılar ve hakikaten şimdi hangi köye gitseniz, o tarihten itibaren okulda okuyan ve oraya giren çocuklar orada öğretmendirler ve köylüleri okutmuşlardır. Ve her taşın altında o zamanın köy enstitülü çocukları vardır. Hiçbir iddiaları yoktur. Bütün sevgileri bütün heyecanları bütün amaçları her şeyleri Atatürk’tür. Atatürk diye terennüm ederler. Memleket, vatan için canlarını verirler.”

(İşin özü, sadece Aksulular değil, tüm köy enstitülüler böyle insanlardır, birilerinin dediği gibi “kodlanmış” "koşullandırılmış" falan değillerdir. Katıksız bir yurt sevgisi ile donanmışlardır. Özveri deyince, yurt sevgisi denince, ilk akla gelen onlardır. YAS)

Yine devam ediyor Bedia hanım: “Sessiz sedasızca da bütün hayatları boyunca köylerde kaldılar. Ve her taşın altında bir köy enstitüsünden mezun öğretmen vardır. Bugün Aksu İlköğretmen Okulu, o çocukların omuzları üzerinde yükselmiştir. Ve o çocuklar isimsiz kahramanlar, hepsi bir dağın başında, bir taşın altında iddiasız ancak memleket için çalışmış çocuklardır.”

(Demek ki neymiş efendim? Bu isimsiz kahramanların hepsi ülkenin esenliği için çalışmış, özverili çocuklarmış. Yine söylüyorum, hiç biri kodlanmış falan değil.YAS)

Şimdi 2018 yılında eğitimin hala istenen düzeye getirilemediği, cehaletin yurt üzre kol gezdiği, öğretim birliğinin sekteye uğratıldığı, karma eğitimden vazgeçilme aşamasına gelindiği bir ortamda aşağıdaki soruların cevabını kim verecek?

Uygulamalı eğitim nerede? İş eğitimi, neden hep göz ardı ediliyor? Ezbere destek var, yaratıcılık neden köstekleniyor? Tüketim devamlı özendiriliyor, üretici eğitim nerede? Yaparak, yaşayarak öğrenme neden hep sözde kalıyor? İş içinde eğitim ne zaman gündeme gelecek? Neden okullarda öğrencilere yeterince ulusal bilinç verilemiyor? Yurttaşa sürekli sorumluluk yükleniyor, ama yurttaş hakları neden öğretilmiyor? İstenirse, bu sorular daha da artırılabilir. Cevabını mı arıyorsunuz? Başka yere bakmayın. Cevabı, Köy Enstitüleri’nde. Çağdaş biçimde yapılandırılmış özgün okullarda. Ama yazılanları okuyacak, okuduklarından ders çıkartacak adam nerede?

 

Anadolu bilgesi Diyojen elinde fener, gündüz gözüyle boşuna mı sokak sokak dolaşıp adam arıyordu bu topraklarda? Bir bildiği vardı her halde. Hele eğitime çağ atlatan Hasan Ali Yücel'in "iyi insan, iyi vatandaş" arayışı, bu alanda bir ömür tüketmesi, boşuna mıydı?

“Elimden gelse, dünyanın tüm okullarına insanın insanı sömürmemesi dersini koyardım” diyen bilge Tonguç haksız mı? Toplumun geleceğini karatmaya, o güzelim yurtsever insanların kemiklerini sızlatmaya kimin hakkı var? 21 Nisan 2018, Antalya

 

Yavuz Ali Sakarya

Emekli Eğitimci

 

Kendini yurttaş sayan herkesin, Köy Enstitüleri gerçeğini yansız tanımak, nesnel biçimde tanımak, yurt kalkınması adına başardıklarını görmek, olanaksızı olanaklı kılan, emeği kutsal gören özveriye birebir tanık olmak için AKS deki sergiyi görmesi, duyumsaması, bugünle karşılaştırması gerek. İnşaatla yol yapmakla övünenlerin, dindar ve kindar eğitim öngörüp, sonra da eğitim alanında başarısız olduklarını itiraf edenlerin, ellerini başlarının arasına koyup önce kendileri düşünmeleri, yol yapacaklarsa, tüm enerjilerini insanı çağdaş yöntemler kullanarak bilimsel düşünmeye, ortamı sorgulamaya, akılcı davranmaya, beynini kullanmaya yöneltecek, yaratıcı üretici yapacak yolları yapmaya harcamalıdırlar. Gerisi sonradan gelir. Yoksa, giderek tüm sınavlarda sonunculuğa abone olmaya adayız. Görünen köy kılavuz istemiyor. Böyle biline.

Yayın Tarihi
23.04.2018
Bu makale 1840 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!