YAŞAMAK ZAMANI

Diken Tarlasından Gül Bahçesine (21)

Dışı Sizi, İçi Bizi Yakar!

            İyiden iyiye alışmaya başlamıştık; “Küçük Çiftlik” adını verdiğimiz bahçemize. Çok uyumlu çalışan karı koca bir bahçıvanımız da vardı; Tobi adında bir kurt köpeğimizle tavuklarımız ve horozlarımız da…

            Sabahları horoz sesiyle uyanıyor,  kahvaltılarımızı da kendi tavuklarımızın taze yumurtalarıyla yapıyorduk artık.

            Diktiğimiz fidanların hiçbiri meyve verecek durumda değildi ama domates, biber, patlıcan, fasulye, barbunya, patates, soğan ve salatalık başta olmak üzere her çeşit sebzemizi bahçemizden toplayarak getiriyorduk mutfağımıza.

            Davet ettiğimiz ya da ziyaretimize gelen dostlarımızı da boş göndermiyorduk tabii. Her çeşit kabağımız da oldu, kavun karpuzumuz da… Bamyamız, börülcemiz de oldu; havuç,  turp, şalgam, karnabahar ve pırasamız da…

            Öyle çok verdi ki toprak, bir kısmını kurutup bir kısmını konserve yaptık ama yine de artıyordu.  Ve ilk kez bahçemizde yetişen domateslerden kendi salçamızı kendimiz yaptık kazanlarda. Yalnız domates değil, başka uygun sebzeler de kattı hanımlar salçaya. Pek güzel oldu lezzeti. Kavanozlara doldurup sıralanınca, o kadar çok göründü ki gözüme, “Güler! Biz mi yiyeceğiz bu kadar salçayı?” diye sormaktan alamadım kendimi. Şu oldu yanıtı:

            “Olur mu, hepsini nasıl tüketeceğiz biz? Yarıdan çoğu dostlarımıza ve komşularımıza…”

            Birçok dostumuz: ”Güler Hanım, salçanız o kadar leziz ki, ömrümde böyle salça yemedim ben. Hanıma dedim ki, ‘Yemeklere kullanma bu salçayı. Kahvaltılarda ekmeğe sürerek yiyelim yalnızca.’ İnanın, her kahvaltıda kulaklarınızı çınlatıyoruz. Ellerinize sağlık!” dediğinde:

            “Bahçıvanımız İlyas Efendi ile Sebile Hanım’ı da unutmayın ama” diyordum ben de.

            Bir gün, “Fazla sebzeleri ne yalpım Hüseyin Bey?” diye sordu bahçıvanlarımız:

            “Herhalde çürütüp çöpe atmayacağız. Pazara götürüp satın, parasını da cebinize atın.” deyiverdim.

            Şaşırdılar önce. Şaka mı yapıyorum, ciddi miyim? Bunu anlamak istercesine anlamlı anlamlı baktılar yüzüme:

            “Evet, ciddi söylüyorum. Fazla emeğinizin fazladan karşılığı olsun bu da.” deyince, öyle sevindiler, öyle sevindiler ki, yüzlerindeki mutluluğu bir görmeliydiniz.

            “Sağ ol Hüseyin Bey, Allah razı olsun sizden” diye diye gittiler; işlerinin başına.

            Pazartesiydi Silivri’nin pazarı. Her hafta sonu pazara götürülecek sebzeleri hazırlayıp dolduruyorlardı çuvallara. Hafta başı İstanbul’daki işyerim Dilem Yayınevi’ne gitmeden önce, çuvalları arabama yerleştirip pazaryerine götürüyordum Sebile Hanım’ı. Arzu ettiği yere bıraktıktan sonra onu, “Haydi, sana iyi pazarlar!”  deyip İstanbul’a yöneliyordum ben de.

            Sanırım, 1990 yılının temmuz sonu ya da ağustos başlarıydı. O günlere dek ne komşularımız bizi, ne de biz komşularımızı davet edebilmiştik. Bir hafta sonu komşumuz Kilisli Eczacı Hanefi Bey: “Hüseyin Bey, öğleden sonra, eşiniz Güler Hanım’la birlikte çaya buyurun” diye davet etti bizi.

            Çiftliğe taşındığımızdan bu yana işten güçten komşularımızı da unutmuştuk çoktan, komşuluğu da… Oysa deniz kıyısındaki yazlığımızda neredeyse her akşam ya komşularımızı davet ederdik biz, ya da komşularımız bizi…

            Yılın en sıcak günleriydi. Öğleyin havuza girip serinledik. Duş alıp çıktıktan sonra, giyindik tertemiz. Çarşıdan bir kutu çikolata yerine bahçemizde yetişen, komşularımızda olmadığını tahmin ettiğimiz sebzelerden güzel bir sepet hazırlayıp bahçıvanımız İlyas Efendi ile gönderdik önden. O günlerde cep telefonlarımız da yoktu henüz, çiftliklerde sabit telefonlar da…  “Güler Hanımlar beş dakika sonra gelecekler efendim.” haberini götüren İlyas Efendi yapmış oldu bu görevi.

            Komşularımız, güler yüzle karşıladılar bizi, bahçelerinin kapısında. Onlar, kapıdan girişte sağ yana yaptırmışlardı bahçıvan evini. Biz farklı bir düşünceyle, caddeden en uzağa… Kendi evleri de yakındı girişe. İki katlı, kapısı ve pencereleri kemerli evleri, ev değil bir köşk görünümündeydi. Ben de takdirle dile getirdim bu güzelliği, eşim de…

            “Buyurun, oturmadan önce bir de içini görün” dediler. Hayır denemezdi ya bu nazik öneriye, “memnuniyetle” dedik elbette.

            “Herkes önce evini yaptırır, sonra kapısını ve pencerelerini… Biz aksini yaptık Hüseyin Bey. İstanbul’da yaşadığımız semtte eski bir köşk yıkılıyordu. Kapısı ve pencerelerini atılıp yok olmasın diye ben satın aldım. O pencere ve kapılara uygun olarak yaptırdım bu yazlığı.” diye anlattı sevgili komşum.

            Kapıdan girince bu güzel köşke, serinleyeceğimi sanırken ben, yanıldığımı anladım hemen. İki üç adım atınca, “Türk hamamı ve saunaya hoş geldiniz!” der gibiydi; yüzümüze vuran sıcak dalgası.

Yayın Tarihi
01.01.2022
Bu makale 444 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!