YAŞAMAK ZAMANI

Diken Tarlasından Gül Bahçesine (14)

Küçük Çiftlik

            Her geçen gün, biraz daha bahçeye benziyordu; birkaç yıl önceki bizim diken tarlası.

            Yeni diktiğimiz fidanları tek tek inceliyor, yeşerdiklerini görünce, “Bak Güler, bak; tomurcuklanmış bu fidan. Hele hele yaprak açıp sürgün vermiş, şu küçücük yavrucak!” diye sevincimi, mutluluğumu paylaşıyordum eşimle.

            Karnın yardım kazmayınan, belinen

            Yüzün yırttım tırnağınan, elinen

            Yine beni karşıladı gülinen

            Benim sadık yârim kara topraktır.

diyen Âşık Veysel’imizi nasıl anmazsınız sevgiyle!

            Evet ya, bonkör bir yârdir toprak. Siz ona bir verin, o size beş verir; on verir; yirmi verir. “Toprak ana” denmesinin nedeni de budur. Hakları kesinlikle ödenmesi mümkün olmayan fedakâr yani özverili analarımız gibi vericidir; hep vericidir toprak:

            İşkence yaptıkça bana gülerdi

            Yalanım yok, bunu herkes de gördü

            Bir çekirdek verdim, beş bostan verdi

            Benim sâdık yârim kara topraktır!

            1965’te, Köy Enstitüsü yıllarında öğrencilerine saz çalmayı öğrettiği okulu Hasanoğlan’ı ziyarete geldiğinde, elini saygıyla öptüğüm sevgili “Halk ozanı”mız! sevgili sâdık yârin kara toprağın koynunda ışıklar içinde uyu sen!

            Antalya, Adana ve İzmir’den sonra, 1990’da İstanbul’a da gelmişti bahar. Ve Silivri’ye, Kavaklı köyüne…  Ve bizim bahçemize de…

            Tava geldiği bir nisan gününde, traktörle sürdürdük kara toprağı. Suni gübre yerine, bir kamyon koyun gübresi de döktük.

            “Bundan sonrasını bize bırakın artık.” dedi; İlyas Efendi ve Sebile Hanım.        

            Domates, patlıcan, biber gibi sebzelerin tohumları varmış onlarda:

            “Siz başka hangi sebzeleri isterseniz, onların tohumlarını ya da fidelerini alıverin bize.” dediler.

            Pazarda satılanların fidelerini, satılmayanların tohumlarını aldık.  Çocukluğum köyde ve bahçelerde geçmesine, Aksu Öğretmen Okulu’nda  Ahmet Tuncer gibi değerli bir tarım öğretmeninden haftada 4 saat olmak üzere 6 yıl ders almış olmama karşın,“Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın.” demedim hiç. Ne ve nasıl yapılacağını benden çok daha iyi biliyordu çünkü onlar.

            İyi de, bu bahçenin bir adı olmalıydı; değil mi ya! “O mu olsun, bu mu olsun?” diye düşünüp taşındıktan sonra, “Küçük Çiftlik” adında karar kıldık.

            Çatalca’ya doğru uzanıp baktım da birçokları saray girişi gibi gösterişli kapıların üzerine “Yiğitoğulları Çiftliği”, “Kaplanlar Çiftliği” gibi korku ya da saygınlık hissi veren renkli, ışıklı, gösterişli tabelalar koymuşlar.

            Yok, yok… Bizim “Küçük Çiftlik” öyle olamazdı. Ahşap bir tabela üzerine siyah bir yazı nemize yetmezdi bizim!

            Öyle yaptık. Geçen haftaya kadar o tabela duruyordu. Yağmura, güneşe, fırtınaya, kara 30 yıl direnen ahşabın çürüdüğünü görünce, sac bir tabela yaptırdık bu kez.

            Bahçemize Küçük Çiftlik adını vermemize, herkesten çok bizim İlyas Efendi pek sevindi. Teşekkür üzerine teşekkür edince, merak ettim; bu aşırı sevincinin nedenini.

            Meğer bahçıvanımız Bulgar Göçmeni İlyas Efendi’nin soyadı “Küçük” değil miymiş?

            Doğrusu ya, bu aklımıza gelmemişti hiç. Ben de memnun oldum; bu tesadüfe.

            Zaten, “Bu bahçe, bu çiftlik burada kaldığınız sürece bizim değil, sizin… Biz, sizin birkaç ay konuğunuz oluyoruz.” demiyor muyduk?

            Gerçekten de onları “maraba”, kendimizi “ağa”, onları “işçi”, kendimizi “patron” olarak görmedik hiç. Ne kadar sevgi ve yakınlık gösterdiysek, şımarmadılar asla.

            Saygılarını esirgemedikleri gibi işlerini, hizmetlerini de aksatmadılar hiç.

            On yedi yıl birlikte olduk. Yetişen her ağaçta, yediğimiz her meyve ve sebzede emekleri var onların.

            Bir gün İlyas Efendi:

            “Hüseyin Bey, sizi ilk ne zaman tanıdım, biliyor musunuz?” diye sordu.

            “Hayır, bilmiyorum. Ne zaman?”

            “Bundan iki yıl kadar önceydi. Bir Cuma günü idi. Sizden önce çalıştığım çiftlikten, Kavaklı’ya cuma namazına gitmek üzere çıkmıştım ki yola, zınk diye bir araba durdu yanımda.

            Neden durdu acaba, diyerek yana çekildim. Arabanın camını açıp, ‘Nereye gidiyorsunuz?’ diye sordunuz. ‘Kavaklı’ya’ dedim.

            Buyurun, ben de Kavaklı’ya gidiyorum.” deyip ön sağ kapıyı açtınız.

            Korka korka, çekine çekine bindim. Öyle ya siz beni tanımıyordunuz, ben de sizi… İlk kez oluyordu; böyle bir şey. Kış, yaz her cuma öğleye doğru yürürdüm de bu yolu, kimse durup da buyur demezdi.

            Sonra ‘kimsin, necisin?’ diye sorup konuştunuz benimle. Cuma namazı için gittiğimi öğrenince, caminin önüne kadar götürüp, ‘Tanrı kabul etsin’ diyerek indirdiniz.

            İşte o gün, ‘Tanrım ne olur, bana böyle bir patron nasip eyle!’ diye dua ettim. Şükür ki, bir yıl geçti geçmedi, kabul oldu duam. Ben de Sebile de çok memnunuz; burada çalışmaktan. Allah razı olsun sizlerden!” diyerek bitirdi sözlerini.

            Doğrusu ya, biz de çok memnunduk onlardan. Öyle olmasa, on yedi yıl, nasıl dururduk birlikte?

            Sebile Hanım’ı geçen yıl kaybettik, maalesef. 90’lı yaşlarını tırmanan İlyas Efendi ile görüşür, haberleşiriz hâlâ.  (Devam edecek)

 

Yayın Tarihi
15.11.2021
Bu makale 601 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!