Acı Ot Yeri

Bu sabah bizim elden bir can ile sohbet ederken köyde önceki gün başlayan yağışın 3 günde de sürdüğünü, çayların taştığını anlatınca;

-    Çok iyi, dedim. Yeraltı suları iyice doysun! Doysun da yeniden tulumbalardan su çekelim..

Sonra evimizin ardındaki tulumbadan büngüldeyen suyun bana verdiği coşkuyu ve onu boyumdan büyük tenekeler ile eve veya ahıra taşımaktan duyduğum mutluluğu anımsadım. Sonra işe gelince yazmaya başladım. Bakalım gönül tulumbamdan  neler büngüldeyecek..?

Akdağ’ların çevrelediği Elmalı Ovası’nda, Abdal Musa Dergâhı’nın ışığında bir Tahtacı -Türkmen Köyü olan Akçaeniş köyündenim. Küçük yaşımdan itibaren yaşamı büyük ailemin yanısıra rahmetli babam, Hamza TANAL’ın engin Alevi Kültürü birikimi ve hanedanlığı, anneciğimin becerileri ve eli bolluğu yüzü suyu hürmetine evimize gelen ozan, araştırmacı ve dedeler - babalar ile öğrenip bölüştüm.

Annem, babam, ablam ve ben

Ben doğmadan bir sene evvel elim bir kazada yitirdiğimiz dünya yakışıklısı Özgür Abim’in adına benzeyen adımı küçük abim Serdar vurmuş (!) Bizim orda ad konmaz, vurulur. Hatta ölenlerin adı sonradan birine verildiyse her anışta sevenlerini acıtmamak için “adı vurulan” diye anılır. Annemin çocuk doğurmak için geçkin ve acılı çağında “O’nun yerine basmak” için yapmışlar beni ya ben kız olunca rahmetlinin adı vurulamamış.

Evimizde hep evlat acısı, hep sebepsiz akıveren gözyaşları vardı. Bu yüzden;
“Acı ot yeri” derlerdi bana. Tekne kazıntısı diye şımartılmadım hiç ama özellikle babam tarafından derinden sevildim. Annemin çok işi ve acılı bir yüreği olduğu “Ben çok işliyim. Etme gızım üsdünü batırma!” diye öğüt ve tembih ettiği için O’na kıyamaz, komşuların çocukları gibi “arsızlık” (haşarılık) edip üstümü batıramazdım. Bu nedenle o yıllarda içine doyasıya belenemediğim, hep dışardan seyretmek zorunda kaldığım hayatımın çocuk yanı biraz buruktur. Ama bu oyun isteği yaşamın bir yerinde mutlaka gün yüzüne vuruyor. İyi ki de üniversite okumuşum, iyi ki de bir çocuğum var, oyun ihtiyacımı geç de olsa giderdim. Türkü’m şimdi 19 yaşında ama O’nunla hâlâ doyasıya oynarız.  

Köyde yaşamım eşsizdi. Ben sırtımı koca bir dağ gibi dayadığım babamın bana yansıyan ihtişamı sayesinde güçlü bir kızdım. Onunla her yere gider, beni önemseyerek öğrettiği her işi büyük bir onurla başarırdım. Daha 6 yaşında iken zorunlu durumlarda bana hayvanlarımızın da bulunduğu koca evi emanet edip gittiklerinde bile korkmazdım. Vazife büyüktü, her şeyi yapan cengaver iş başındaydı. 9 yaşında öğrendiğimde de köyde traktör sürmeyi bilen tek kızdım. Babama kızmışlardı o yıllarda; “bunlar elinden gelse cibileri (civciv) bile çalışdıracak” deyi ama bu bir ekonomik zorunluluktan öte bir yetkinlik kazanımıydı. Babacığım;  “Çiftçinin bir günü bir yıl besler” derdi. İleşberin sade o günlerde değil her vakit her türlü yardıma ihtiyacı vardı. Örneğin mahsullere bir ilaç yapılacağı zaman ilacı sıkacak iki kişi olsa bile traktör süren olmazsa ilaç kalırdı ki bu geçimi tamamen toprağa bağlı insanlar için pek neşeli bir durum değildir. Bugün köyde traktör sürmeyen kadın yok. Bu da babamın ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösteren sayısız  örnekten biriydi..

Günlerim dolu dolu geçerdi. Bulaşık ve çamaşırı evimizin yanından akan ve “öz” dediğimiz çok akmaz suya bakan ve annemin “don yumalık” dediği tahtadan bir düzenekte yıkardık. Evin içinde veya dışında işlerimi yaparken mutlaka radyo dinlerdim. Ondan çok türkü dinledim, hep türkülerle yaşadım. Belki de bu yüzden çocuğumun adını “Türkü”dür.

Aslında radyo canım babamın sabah erken saatlerde kalkıp sobayı yakması ile açılırdı. Hayat evimizin içine sobanın datlı gızgını ve TRT Antalya Radyosu’nda sabahın erken saatlerinde yayınlanan “Bu Toprağın Sesi” programında çalınan goygun ezgiler ile dolardı. Babam kitap okurdu, annem sofrayı hazırlardı, ben mutluydum.

Biraz büyüdüğümde babamla tarla sulamak için su motoru kurmaya giderdik. Babam sondajdan su motoru ile çıkarılan suyu upuzağa taşıyacak hortum ve boruları birbirine ekler, bağlantı yerlerini iç lastiği ile güzelce bağlardı. Ben O’nun bunu yapışına hayran, O’na aşıktım.

Annem, babam ve ben

Akıllı olduğum için :) okula 6 yaşında başladım. Okula, yağmur ve kar yağdığında babamın traktöründe, soğuk havalarda da çiynizinde (omuzlarında) giderdim. Bunu her anımsadığımda, O’nu hayatım boyunca çiynizimde taşısam bile, ödeyemeyeceğim bir minnettarlık duygusu yaşarım. Köydeki arkadaşlarımın çoğu, özellikle kızlar ya mevsimsel olarak dağa Tahtacılık işi için giden aileleri, ya öksüz olmaları ya da yoksulluk ve başka imkânsızlıkları nedeniyle benim kadar şanslı değillerdi. Evine Hacı Taşan’ın, Feyzullah ÇINAR’ın, Ruhi SU’nun mihman geldiği Eyvaz Baba’nın kızı kadar şanslı bir çocuk olabilir mi?

Daha o yaşlarda Antalya Radyosu Yapımcısı rahmetli Saffet UYSAL ile evimize gelen müzik araştırmacısı Perihan Abla ikinci gelişinde sanki benim bu yıllardaki eğilimimi görüp bana Hindistan asıllı düşünür, konuşmacı ve yazar Jiddu Krishnamurti’nin “İç Özgürlük” kitabını getirmişti. Ve böyle başlayan kitap merakı beni köyümde ve ilçede aldığımız sınırlı eğitime karşın üniversiteye taşıdı..

Zaman zaman içiniz sıkıldığında kaçtığınız düşsel yerler var mıdır? Benim biri “Goca Dört” dediğimiz bahçemizde, diğeri rahmetli Sarı Ehmet Dede’nin bahçesinde gündüz çalışırken güneşten vb. korunmak, gece kalınca barınmak için yapılan iki tahta evciktir. İşte benim ruhsal sığınaklarım “Köşk” dediğimiz bu yapıların son örnekleridir. Hele o önlerindeki çimenlikler.. Beni böyle otçu yapan da oradan toplayıp yıkamadan çiğnediğimiz tekesakalları vb’dir.

Evin ardındaki köy odamızın dibinde babamın; “Telgraf Eriği” dediği, muhteşem lezzette meyveleri olan erik ağaçlarımız vardı. Onları dallarından toplayıp sulu sulu yerken altımızda salınan özdeki kurbağaların usanmaz bağrışları çocukluğumun unutulmaz seslerinden biridir.

Bir de eriklerin yanındaki köy odamız vardı.. Bilenleriniz bilir, bugün neredeyse unuttuğumuz köy odaları köyün malıydı. Oraya gelenler başta muhtar ve heyeti olmak üzere köyün ileri gelenlerince karşılanıp himaye edilirdi. Bazı köy odaları da şahıslara aittir. Bizimki de öyleydi. Babamın kerpiçten yaptığı bu iki gözlü konukevinin bir odası iki, diğeri dört ayaklı varlıklar içindi. Annem ve babam oraya gelen Cingen, cabbar, çerçici, ayyaşın (mesela; Deli Faruk Amca) ocağını yakıp çeşit çeşit yemeğini vermeden, mallarını yerlemeden sofraya oturmazlardı. Tam 25 sene, dile kolay..

Kızım Türkü doğduktan 3 ay sonra, 1996 Şubatında fırtınalı bir günün arifesinde Antalya Sigorta Hastanesi kavşağında karşıdan karşıya geçmek için bulunduğum orta kaldırımda bana bir araç çarpmış. 12 yerimde kırılmış, 7 gün komada kalmışım. Bir uykudan uyanırcasına kendime geldiğimde başucumda ailem vardı. Sonra yine içim geçti. Düşümde kendimi Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı’ndaki bilmem kaç koyun ve öküzü alıp dervişlere aş pişiren Kara Kazan’ın da olduğu Aşevi’nde gördüm. Değil o zamanlar şimdi bile insanlıkta bir payım olmadığını düşünen ben bu mucize kurtuluşu hep annem ile babamın o odada ve hanelerinde yedirip içirdiklerine borçlu olduğumu düşünürüm..

Bazı canlar yazılarımı uzun buluyor. İzin verirseniz bu çocukluk düşünü şimdilik çerez tadında, burada bırakayım. Sıkmazsam ve içimden gelirse belki yine yazarım. Şemsi YATSIMAN’ın doyumsuz dizeleri ile sılama selam ederim. Ölenlerimize rahmet, yaşayan elimize- günümüze selametle..          

 

MEMLEKET HASRETİ

Ölmez, sağ olursam bu yaz inşallah
Sılayı bir daha görmek istiyom
Kırşehir'e varsam ya ağşam, zabah
Topraklara yüzüm sürmek istiyom

Harmana denk gelse, düvene binsem
Şöyle dabaz olup, kaşınsa ensem
Acık bağ bellesem, acık dinlensem
Çayıra bir pala sermek istiyom.

Kaman'ı, Mucur'u, Çiçekdağı'nı
Kındam, Dinekbağı, hem Özbağ'ını
Köylü, kentli, hastasını, sağını
Görüp bir muhabbet kurmak istiyom.

Bağ bozumu üzüm haftına batsak
Bekmez kazanına hayvalar atsak
Boranıynan damla şiresi datsak
Arı soksa, çamır sürmek istiyom.

Hacı Bektaş, Ahi Evran Sultanı
Aşık Paşa, Kaya Şeyhi cananı
İmarette neslim Şeyh Süleyman'ı
Aşk ile bağrıma sarmak istiyom.

Üç arkadaş şöyle bir bahça bulsak
Çalpıdan hatlayıp, bir üzüm yolsak
Sağbısı dutsa da, bir rezil olsak
O tatlı günlere ermek istiyom.

Ahievran, çarşı içi, hökümet
Kümbetaltı, Kayabaşı, İmaret.
Akrabayı, eşi dostu ziyaret
Uğrayıp, hal-hatır sormak istiyom.

Seğirdip, dolaşsak hep tarla dapan
Keklik dutmak için kursaydık kapan
Daş döğüşü olsa, vızlasa sapan
Kafamı, gözümü yarmak istiyom.

Ne büyüktür zevki yurdu görmenin
Kaç senenin hasretine ermenin
Dört bir yanda methedilen termenin
Şifalı suyuna girmek istiyom.

Bilmem ki olur mu gine becerim ?
Çayırda oynasak zıkka, acerim
Terleyip, karakıp, bir su içerim
Dalağım kabarıp, böğrmek istiyom.

Halam sağ olsa da, sesim duysaydı
Cebime devramel, iğde koysaydı
(Şunda yi) diyerek alma soysaydı
Cevizi de dişle kırmak istiyom.

Enteremi giysem, sümüğüm aksa
Koluma silerim, yağlığım yoksa
(Başangı) dır diye mahalle bıksa
Kesekle camları kırmak istiyom.

Bir de gitsem tezem beni görseydi
İçi çokelikli dürüm dürseydi
Hele azıcık da sızgıt verseydi
O an pirzolayı yermek istiyom.

Cesurluğum dutsa, şöyle kasılsam
Yaylıların arkasına asılsam
Kımçıyı yiyince yere yassılsam
Yollarda ağlayıp durmak istiyom.

Dayım gilden acık köğtür aldırsam
Emmim gilden armıt kak'ı buldursam
Ceblerime şak leblebi doldursam
Töhmeleyip, uşgur kırmak istiyom.

Ceviz kaval etsem, sakam da toksa
Çızgılı oynarım, eneğim çoksa
Koluma söylerken bir döğüş çıksa
Sumsuk yimek, hem de cırnak istiyom

Sögürmelik bir et çıksa satırdan
Höşmerim, çullama gitmez hatırdan
Kuşlukleyin hedik gelse tandırdan
Çölmeğin içine girmek istiyom.

Tok, çik, opban, mirre bir aşşık atsam
Sakanın dımığna kurşun akıtsam
Üç yüz enek ütüp, cebe bakıtsam
(Ne şişiyon la) dedirmek istiyom.

Bir hağbe kemeyi yüklesem sırta
Çıksam bir alamaç yapacak sırta
Beş gö suvan, üç kaynamış yımırta
Bazlama içine sarmak istiyom.

Görür m-ola bu fakirin gözleri
Delice Çay'ını, berrak özleri
Kıssıkkaya serinledir bizleri..
Neyleyım denizi, ırmak istiyom.

Bunları her daim arzular özüm
Memleket mahsülü vücuda lüzum
Tokaloğlu kaysı, dıranı üzüm
Tek, yimeyim, şöyle dermek istiyom.

Kim sorarsa yazdın bunları niye ?
Gelecek nesile kalsın hediye
Kırşehir'de doğdum, Türkmen'im dıye
Her yerde göğsümü germek istiyom.

Bir dügün olsa da bir kayın gitsek
Dokuz butlu tavuk lafını etsek
Dam pilavu, gelse yisek tüketsek
Davullu zurnalı dernek istiyom.

Ey Şemsi Yastıman, ümitli kulsun
Kısmet ise gayen yerini bulsun
Hemşeriler buna vasıta olsun
Kırşehir'e selam vermek istiyom.

Şemsi YASTIMAN

 

Yayın Tarihi
15.01.2015
Bu makale 4705 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
iki köylü bakmışlar ki kalabalık toplanmış kral seçiyorlar.Biribirilerine sormuşlar." Memo kral sen olsan ne yersin "diye Memo"hergün soğanın cücüğünü yerim" demiş.Diğer sormuş "Maho sen kral olsan ne yersin" diye.Mamo" ula memo bana yiyecek bir şey bırakmadınki" demiş.İşte hal böyle.Öznur Can bize söyleyecek laf bırakmamış.Erezilliğin daniskasını çok yaşadığımızdan mıdır nedir kendimi yaşam öyküsünün bir öznesi gibi gördüm.Tek farkla.Ben Öznur Can kadar şanslı değildim.Ellerine sağlık can.Yaşam öykünün devamını bekliyorum.Varsın uzun yazıyor diyenler olsun.İçi boş olmadıktan sonra uzun yazmaya devam et.Yaşamında yazıların gibi uzun ve" Türkü" dolu olsun.

Mehmet Şahin 02.02.2015

Kendin olmak dediklerine örnek şipşirin bir yazı. Hiç bitmese devam etse denilecek kadar yalın ve bulak sular kadar duru. Öznur Hanımın yazılarını özlemiştik.Yazının ardına eklenen Şemsi Yastıman dizeleriyle anlatısı bütünleşince doyumsuz bir anı yazısını adeta şiirleştirmiş.

Şahin AKÇAP 19.01.2015

Çok sade ve yalın bir dille anadolu yaşanmışlıklarından verilen örnek.. o anlık yaşanan duyguların günümüze intikalini sağlayan çok başarılı bir anlatım ile kendi kültürümüz ve öz benliğimizin belleklerden silinmemesi noktasındaki vurguları heyecanla okudum.. demekki birebir ilişkilerin çok kısa sürsede insanlar üzerinde yaptığı etkinin çok daha fazla olduğunu görmek beni mutlu etmtti...tebrikler.. illede son şiir..

DENİZ DOĞARAY 17.01.2015

Bir yazı okunurken koku duyuyorsanız o yazı sizi alıp götürmüştür bilgeliğine. Öznur, güzel yazın tezek kokularını, toz toprak kokularını hissettirdi. Tebrikler.

Ali Karakaya 16.01.2015

öznur hanım o kadar güzel anlatmışsınız ki okurken kendi çocuklugumda gözümün önünden film şeridi gibi geçti .hasan amcanızı tanıma fırsatım olmuştu ama babanızı malesef tanıyamadım bu yazınızdan sonra tanımış oldum yazılarınızın devamını bekliyorum saygılarımla iyi akşamlar

mustafa kemal TOPÇU 15.01.2015

yazının özü kadar, yazım şeklide çok güzel. ne diyeym harika olmuş.

Mehmet şentürk 15.01.2015

Sevgili Öznur, arkadaşım, meslektaşım... İnsan bu kadar acıyı-güzelliği ve yaşamın zaman sürecinde yaşadıklarının bir özetini ancak bu kadar akıcı ve duygusal bir öykücü diliyle anlatabilir.İnan ki gerçek yaşamın ta özünden gelen/akan bu öykülemeyi (Benim tanımlama göre öyküleme ; gerçek yaşantı içinde halk kültürü ögelerini kullanarak öyküyü yazmak) hiğç kimse bu kadar doğallık da aktaramazdı. Herkes bir çok şey yaşar, ancak bunu satırlara/dizelere dökemez. Sen yıllardır gözlemlerini, anılarını, velhasıl tüm yaşanmışlıkları öyküleyerek bizlerle paylaşıyorsun. Seni canı gönülden kutluyorum.

Hüseyin ŞAHİN 15.01.2015

Öznur Tanal'ı, Mersin İl Kültür Müdürü iken genç bir araştırmacı olarak tanıdım. Çok heyecanlı ve çalışkan bir arkadaşımızdı.Onunla yaptığı çalışmaları merakla bekler,bir solukta okurdum.Öznur'u tanıdığım için çok mutluyum.Okumayan,yazmayan bir toplum olduğumuzdan yazılarım uzun gelebilir diye yakınıyor,Öznur.Sen yeter ki yaz.Her yazının bir okuyucusu vardır.Kimsenin çocukluğunu ve o zamanki umutlarını yitirmemesi dileği ile sana sevgilerimi gönderiyorum.

Yusuf Ziya Ak 15.01.2015

sılaya özlem bundan güzel anlatılmazdı...

sevim katip 15.01.2015

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!