LİBERAL

21.Yüzyılda; Türkiye “Orta Gelir Tuzağı” ndan kurtulur mu?

Dört Kitapta; Türk Ekonomisinin 200 Yıllık Serüveni

“Endüstriyel dönüşümün toplumsal sonuçlarını en iyi anlatan

yazarlardan birisi kuşkusuz Charles Dickens olmuştur.

O, 19. Yüzyılın ortalarında yayınladığı ‘İki Şehrin Hikayesi’nde

Endüstri çağını şu çarpıcı cümlelerle tasvir ediyor:

Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü;

akıl çağıydı; Aptallık çağıydı; İnanç devriydi; inançsızlık devriydi;

ışık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi; umut baharıydı; umutsuzluk kışıydı;

Her şeyimiz vardı, hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz cennete gidiyorduk,

Hepimiz öteki yola (cehenneme) gidiyorduk; kısacası bugünkü gibi bir zamandı…

”Prof. Dr. Veysel Bozkurt- Endüstriyel ve Post-Endüstriyel DÖNÜŞÜM kitabında,

XX. yüzyılda dünyayı değişim ve dönüşüm paradigmaları ile oyalayan iki kutuplu dünya düzeninde Monarşi, liberal demokrasi, faşizm ve komünizm rejimlerinde yaşayan ülkelerin başlıca uğraşları; kendi politik ve yaşamsal kültürünün daha üstün olduğunu kabul ettirmekle birlikte yaşadığı çağın dünya lideri olmak çabalarıydı. Bu öyle masumane çabalar değildi. Rekabetçi bir dünya düzeninde acılar içinde geçen bir yüz yıl… 21. Yüzyıla devredilen miras; özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler “Liberal demokratik” politik kurumların benimsendiği küresel kapitalist bir sistemdi. Altyapısı sağlam sütunlar üzerinde inşa edilmiş süper güçlerin dünyada hakim olduğu ekonomik gücün rekabeti karşısında ulusal ekonominin izleyeceği yol artık bir sorunlar yumağıdır.

    Prof. Dr. Veysel BOZKURT/ENDÜSTRİYEL VE POST- ENDÜSTRİYEL DÖNÜŞÜM; Kitabın önsözünde: İster zamanların en iyisi isterse en kötüsü, insanlık tarihinin son üç yüz yılına damgasını vuran endüstri uygarlığı, bir büyük dönüşüm sürecini yaşamaktadır. Adına bazı yazarların post- endüstriyel/bilgi/enformasyon toplumu, bazılarının network toplumu bazılarının da risk toplumu dedikleri, yeni bir çağa girdiğimiz sıkça dile getirilmektedir. Post- endüstriyel dönüşüm kurallarına göre, endüstri toplumunun ürünü olan temel kurumlar sarsıntı geçirmekte ‘zaman ve mekan’ kavramları değişmektedir. Fabrika üretiminin egemenliğindeki endüstri toplumunun sosyokültürel ve sosyoekonomik yapısını oluşturan, çalışma etiği, kitle örgütleri, modernite, akıl ve pozitivist bilim gibi kavram ve kurumlar yeniden sorgulanmakta ya da son derece ciddi bir kriz yaşamaktadırlar. Endüstri toplumunda stratejik kaynağı oluşturan ‘sermaye’ yerini post endüstriyel dönüşüm sürecinde ‘bilgi’ ye bırakmakta; bilgiyi üreten kurumlar da toplumun temel ‘eksen’ ini oluşturmaya başlamaktadır.”Dönüşüm sürecinin günümüzdeki kurum kuruluşlarını iyi anlayabilmek için iktisadi doktrinler tarihinde yer almış “Saint-Simon, Comte, Spencer, Durkheim, Marx, Weber” gibi 18.yüzyıl düşünürlerin endüstri toplumun kültürel altyapısını sağlam sarsılmaz bir kaide üzerinde inşa ettiler. Bu kültürde yetişen müteşebbis sınıfı bu sağlam temel üzerinde fabrikasyon kitlesel üretim düzeniyle refah toplumunu yaratma becerisini gösterdiler. Bu adeta bir matematik formülü gibi; refah toplumu sosyal sınıfları doğurdu. Sosyal sınıflar politikalar yarattı ve bu politikalardan yeni teknolojik buluşlarla sanayi devrimini tamamladılar. Ve bazı düşünürlere göre, 19.yüzyılı, o güne kadar insanlık tarihinin en çok değişen asrı olarak anlamlandırdılar. “Bilimsel pozitif düşüncenin gelişimine paralel olarak gelişen ve o dönemde sadece Avrupa ülkelerinde görülen endüstri toplumu, insanlık için örnek bir toplumdur. Evrensel bir yönelime sahip olan endüstri toplumuna geçiş süreci zamanla bütün diğer toplumlarda kaçınılmaz olarak yaşanacaktır. Çünkü Avrupa toplumlarının ana özelliğini oluşturan “işin bilimsel örgütlenmesi” öteki bütün örgütlenmelerden daha etkilidir. Dolayısıyla refah ve güç için zorunlu olan bu unsurun halk tarafından keşfedilmesiyle endüstri toplumuna geçiş insanlığın bütünü için kaçınılmaz olacaktır (Aron s.84).

İşte bu temel üzerinde ve ardılları olan 20.yüzyıl işletme guruları “ Sosyolog Prof. Dr. Raymond Aron, İşletme gurusu Peter Drucker, Alvin Toffler, sosyolog Yoneji masuda…” ve niceleri… 20.yüzyılın ortalarından itibaren sanayi devrimini tamamlamış, endüstrileşmenin zirve noktasına ulaşmış Almanya- Amerika ve Japonya gibi ülkelerde toplumun taleplerinde köklü değişim eğilimini incelemeye almışlardır. Turgut Özal’ın Başbakan olduğu 1983-89 dönemine kadar Türkiye’de post- endüstriyel dönüşüme/ enformasyon-bilgi toplumuna ilişkin yapılan çalışmalar hemen hemen yok gibiydi. Buna rağmen Antalya’da 1992 de kurulan ANSİAD’ ın ilk başkanı genç iş insanı SADIK BADAK; ANSİAD Dergisinde Peter Drucker’i yorumlayan makalesi yayınlandı. Aynı tarih de kurucu üyelerden Yüksek Mimar ERCAN EVREN post mimarlık üzerine makalesine de yer verildi. Bugün Antalya’da Organize Sanayi Bölgesinde evrensel anlamda söz sahibi olan birçok işletme sahipleri 1990’lı yılların başında küçük işletmelerdi. ANSİAD’ ın, kurucu üyesi ve ilk başkanı SADIK BADAK o zaman ruhunda değerli çalışmalarının; başında: Dünyadaki bu değişim ve dönüşümü iyi kavramış birçok İşletme Bilim Uzmanlarını Antalya’ya davet etti. Genç müteşebbisler; ANSİAD’ ın bu etkinliklerinde  Peter F. Drucker’ın “Bilgi Toplumu”- Zbigniew Brzezinski: “Teknokratik Çağ”- Yoneji Masuda: “Enformasyon Toplumu”- Alvin Toffler: “Üçüncü Dalga”  ve nicelerini kariyer sahibi uzman kişilerden öğrendiği bilgilerle parlak zekaları ve çalışma azmiyle kendi ülkelerinde ve dünyada marka oldular. Aslında sosyolog Prof. Raymond Aron’ın “İşin bilimsel örgütlenmesi öteki bütün örgütlenmelerden daha etkilidir. Dolayısıyla refah ve güç için zorunlu olan bu unsurun halk tarafından keşfedilmesiyle endüstri toplumuna geçiş insanlığın bütünü için kaçınılmaz olacaktır” öngörüsünün kanıtı olan günümüzün iş insanları ve iş görenleri 21. Yüzyıldaki değişim ve dönüşümü yapacaklarının umudu gibi duruyorlar. Ama önce toplumun zihniyetinde “ Mehter takımı yürüyüşü, emekleme ya da düşe kalka zaman zaman da “kös kös” yürüyen ivme alan 200 yıllık iktisadi geçmişimize bakmada büyük fayda var.

 21. Yüzyıla girerken ekonomik model ve sistemlerde köklü dönüşümleri beraberinde getiren endüstriyel ve post-endüstriyel toplumlarına kaynaklık eden bilgi ve kültürü araştırmadan incelemeden ve mukayese etmeden bize ait olan ekonomiyi ve diğer sosyokültürel hareketliliği anlama ve anlamlandırmada karar vermede yanlışlarımız ve eksilerimiz çok olur. 21.yüzyıla girerken endüstriyel ve post endüstriyel dönüşüm üzerinde yorumlar yapan bilim insanların yazdıkları 300 yıllık birikimin içinde bize ait olanları araştırıp bulan ve evrensel anlamda kabul görmüş yazarlar bilim insanların yazdıkları metinler arası bir gezinti yapmak doğru olacaktır kanaatindeyim.

Üniversitelerde öğretim görevlileri, doktora tezlerini hazırlayan bilim insanlarının dışında genel olarak 19. Yüzyıl Osmanlı iktisadi tarihi ile 20. Yüzyıl Türkiye iktisadi tarihini birbirinden kopuk olarak yazılır çizilir şeklinde araştırılır ve incelenir bilimsel eserler makaleler yayınlanır. Bu durum sadece Türk Osmanlı iktisadi tarihi açısından da değil, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde siyasal ve kültürel yaşam açısından da tarihi bir kesinti haydi biraz da haddini aşan “Tarih Bölücülüğü” mü desek toplumda belirsiz ve özürlü bir algı oluşturur. Çok şükür ki, 21. Yüzyıla girerken toplumumuzun yüz akı gerçek bilim insanı yazarlarımız kendi Branşlarında “tarihi kesinti ya da bölücülüğü” algısını zihinlerde silecek ve aydınlatacak kitaplar yayınlamaktadırlar. Prof. Dr. Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 yıllık İktisadi Tarihini yazdığı kitabında çok önemli dikkat çekici bir detayı görmemizi sağlıyor. Türkiye’nin İktisadi kültürün temelini Osmanlı devletinin Klasik dönemindeki iktisadi ve siyasi yapı özelliğinden yola çıkarak anlatıyor. (19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl); Cumhuriyet devleti ile Osmanlı devletinin arasına duvar örmeden bilimsel olarak araştırırken 200 yıllık süreçte özelikle de Batı Avrupa ülkelerin de; Sanayi devrimi ile olan ilintisini de arı duru bir dil ile anlatıyor. Osmanlı toplumunun ve ekonomisinin geleneksel yapıları: Tarıma dayalı, toprağa bağlı Türk kökenli aristokrasi ile merkezdeki çoğunluğu devşirmelerden oluşan bürokrasi arasındaki çetin mücadelede yenik düşen toprağa bağlı Türk aristokrasisi aynı zamanda sermaye birikiminin de önünü tıkadı. Fatih Sultan Mehmet Han’ın başarılı “Merkezileşme” hareketiyle birlikte dengeler tamamıyla merkezden yana değişti. Topraklara devlet el koydu. Bundan sonrada bürokrasinin elinde üstü örtülü bir sermaye oldu. Ve ortalama her on senede boynu vurulan bu sermaye sahiplerinin malları ve gömülü hazineleri devletin hazinesine aktarılırdı. Amaç şuydu ekonomik, sosyal ve siyasal düzenin korunması kaygısı ve güvensizliği bunun böyle olması gerektiği kanaati vardı. “ Osmanlı İmparatorluğunun temel ekonomik prensipleri eski çağlardan beri Orta-Doğu imparatorluklarına hakim bulunan geleneksel devlet- toplum anlayışına dayanmaktadır. Bu anlayışa göre, devlet temelde hükümdarın kuvvet ve kudretinden ibarettir. Ülkenin zenginlik kaynakları, yalnızca hükümdarın kudretini desteklemeye ve arttırmaya hizmet etmelidir. Bu nedenle, bütün siyasi- toplumsal örgüt ve her türlü ekonomik faaliyet bu amaca göre ayarlanmalıdır.(H. İnalcık- 2009-  dergipark.). diyen değerli tarihçimiz de bunu teyit etmektedir.

  Şevket PAMUK/TÜRKİYE’NİN 200 YILLIK İKTİSADİ TARİHİ: Kent ekonomisi ve ticarette tüccarların, loncaların ve sarrafların faaliyetleri, bu toplumsal düzenin yeniden üretilmesine katkıda bulunduğu sürece, devlet onlara hoşgörüyle yaklaşıyor ve hatta destekliyordu. 17. Ve 18. Yüzyıllarda merkeziyetçi yapıların bir hayli zayıflamasına karşın, üreticiler ve tüccarlar bu geleneksel politikaların değiştirilmesi için merkezi devlet üzerinde baskı oluşturulacak kadar güçlenemediler. Sadece taşrada yerel olarak güçlü kesimler, yerel yöneticiler üzerinde etkili olabildiler. Oysa aynı dönemlerde Kuzeybatı Avrupa’da, üreticilerin ve tüccarların siyasal güçlerinin artması ve devlet politikalarını yönlendirmeleri sayesinde, merkantilist politikalar ağırlık kazanmıştı. Osmanlı’da geleneksel düzenin içeriği ve çeşitli toplumsal kesimler arasındaki dengelerin nasıl olması gerektiği konusundaki anlayış, zaman içinde ekonominin ve toplumun geçirdiği dönüşümlerle birlikte değişti. Merkezi hükümet her hangi bir anda var olan düzeni ve dengeleri korumaya çalışmaktaydı. Tüccarların, lonca üyelerinin veya başkalarının hızla zenginleşmeleri, düzenin çözüleceği endişesiyle olumlu karşılanmıyordu.”

   Avrupa’da klasik feodalite çözülürken, bağımsız birer güç odağı haline gelen şehirlerde burjuvazi güçlenirken Osmanlı şehirlerinin merkezden bağımsız olmalarına, iktidarın bölünüp ve parçalanarak bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasına müsaade edilmemiştir. (Tabakoğlu, 2003- dergipark) Osmanlı toplumunun geleneksel yaşam tarzı ile birlikte ekonomisinin Batı’nın 17. ve 18. Yüzyıllarda yaşadığı değişim ve dönüşümü yaşamadan 19. Yüzyıla kadar varlıklarını sürdürebilmişlerdi. Ancak 19. Yılın ilk çeyreğinden 20. Yüzyıldaki birinci dünya harbine kadar geçen bir asırlık zaman içinde, batı Avrupa’nın askeri, siyasal ve ekonomik gücün karşısında rekabet edecek gücünü tamamıyla kaybetmişti. Bir yandan taşradaki ayan ve Balkanlar’da hız kazanan bağımsızlık hareketleri, öte yandan Batı’nın dayatmaları karşısında Osmanlı yönetimi reform hareketleri ile devletin gücünü ve etkinliğini artırmaya çalıştı.

İç ve dış kaynaklı bu gelişmeler kurumları, toplumsal ve iktisadi yapıları hızla dönüştürdü, ortaya 18. Yüzyıldakilerden çok farklı çıkmaya başladı. Bu nedenle, 20.yüzyıl Türkiye’sinin toplumsal ve iktisadi kökenlerini her şeyden önce 19.yüzyıldaki dönüşümlerde, Avrupa kökenli kapitalizm ile içyapıların karşılıklı etkileşiminde aramak gerekiyor. Sanayi devrimi adı verilen teknik sıçrama ve kapitalist gelişme için gerekli ön koşulların 18.yüzyılın ikinci yarısındaki İngiltere toplumunda hazır olduğunu görebiliyoruz. Her şeyden önce 16.yüzyılda başlayan gelişmeler sonucunda İngiltere tarımında Pazar için üretim yaygınlaşmış, kapitalist üretim ilişkileri egemenlik kazanmış ve bu eğilimlere bağlı olarak üretimde verimlilik artışları hızlanmaya başlamıştı. Tarımsal kesimde kapitalist üretim ilişkileri gelişirken, pek çok köylü üretici topraklarından koparılmış, ya kırsal alanlarda ücret karşılığı çalışmak ya da kentlere göç etmek zorunda kalmıştı. Böylece, kapitalist sanayinin önemli ön koşullarından biri olan mülksüzleşmiş emekçiler ordusu da yaratıldı.”

Sanayi devrimi İngiltere’de 18.yüzyılın ilk yarısından itibaren teknik buluşlar sayesinde, pamuklu tekstil dalında basit kaba el dokumaları ya da ilkel dokuma tezgahlarında ve sadece iç pazarı doyuran mamul malların artık buhar gücüne dayanan makinelerin kullanıldığı, ücretli işçilerin çalıştığı fabrikalardan çıkan kusursuz dokuma mallar iç pazarı doyurduğu gibi dış pazarların taleplerini rahatlıkla karşılar oldu. İngiltere’de başlayan sanayi devrimi hızla Kıta Avrupa’sında Fransa, Almanya, Belçika başta olmak üzere Batı Avrupa’da etkisini gösterdi. “Dünya tarihinin ilk küreselleşme çağı olarak da adlandırılan 19.yüzyıl boyunca, Avrupa kapitalizmi ile çevre ülkeleri arasındaki ilişki yalnızca ticaret yoluyla olmadı. Yüzyıl ilerledikçe Avrupa ülkelerinden sermaye ihracı da önem kazanmaya başladı. Avrupa’dan ihraç edilen sermayenin yaklaşık %40’ı çevredeki devletlere borç olarak verildi.”

Osmanlı 18.yüzyıldan itibaren toprak kaybetmeye başladı. 1798’de Napolyon Mısırı işgal etti. Rusyanın güneye sıcak denizlere açılma politikaları ve hevesleri vardı. 1760’ların sonlarından 1820’lerin sonlarına kadar ki, Rus-Osmanlı savaşların çoğunda Osmanlı devletinin yenilgileriyle sonuçlanıyordu. Büyük toprak kaybı ve 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca antlaşmasıyla Osmanlı devleti,

hem Karadeniz’deki ticaret ve gemicilik tekelinden vazgeçmek, Osmanlı devletindeki Ortodoks Hıristiyan nüfusun haklarını savunabileceği ilkesini kabul etmek zorunda kalmıştı.

 

1808’de imzalanan Sened-i İttifak ile taşradaki ayanın güçlü eli kuvvetlendi. “19.yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı yöneticileri dışta ve içte çok önemli gelişmelerle karşı karşıya geldiler, Sanayi Devrimi’nin yol açtığı teknik ilerlemelerin sonucunda, Batı Avrupa iktisadi ve askeri alanlarda büyük bir sıçrama yapmıştı. Batının iktisadi yayılmasının ne gibi gelişmelere yol açabileceği artık bir kehanet değildi.” Osmanlı İmparatorluğunun en büyük üç-beş padişahını say deseniz II. Mahmut ilk üçe girer. Otuz yılı aşan hükümranlığı dönemi “Merkezi Devletin” yeniden güçlenişidir. “1820’lerin sonundan itibaren taşradaki muhalefetin iktisadi ve mali temellerini ortadan kaldırmaya yöneldi. Vergi toplama yetkileri güçlü ayandan alınarak başka kişilere verilmeye başlandı. Anadolu ve Rumeli’de ayanın elindeki geniş topraklara el konuldu. Bu topraklar köylü üreticilere dağıtıldı. (Hourani- 1966)”.

Osmanlı- Merkezi devletin reformlar yoluyla eski gücünü kazanma ve İmparatorluğun toprak bütünlüğünü koruma çabalarının birinci boyutu dışa karşı kendini korumak kadar bir o kadar da içte gittikçe güçlenen milliyetçi hareketlerin ulus devlet olma amacına set çekmekti.  Prof. Pamuk; Osmanlının düştüğü çelişkiyi şöyle anlatıyor. “Taşradaki unsurlar karşısında merkezi devletin gücünü artırmak orduya ve maliyeyi güçlendirmek için başlatılan girişimlerin pek çoğunda, Osmanlı yöneticileri Avrupalı devletlerin desteğine başvurmak zorunda kaldılar. Gerçi Avrupa devletleri reform girişimlerini destekliyordu. Özellikle İngiltere, reformları ve Osmanlı Devleti’nin güçlenmesini, Doğu Akdeniz bölgesine ilişkin politikasının çok önemli bir parçası olarak görüyor ve bu sayede Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engelleyebileceğini düşünüyordu. Ancak Avrupa devletleri reform girişimlerine sağladıkları askeri, siyasal veya mali destek karşılığında, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılması doğrultusunda taleplerde bulundular, baskı yaptılar. Böylece reform girişimleri, ilk aşamalarından itibaren Avrupa devletlerine ve özellikle dönemin en güçlü devleti İngiltere’ye ekonominin dış ticarete ve yabancı sermayeye açılması doğrultusunda verilen ödünlerle el ele yürüdü. 19.yüzyıl boyunca bir yanda reform süreci öte yandan da ekonominin dışa açılışı ile iktisadi kurumlar büyük dönüşümler geçirirken yeni iktisadi kurumların oluşumunu merkezi devlet ile yabancı devletler ve yabancı sermaye arasındaki güç dengeleri belirliyordu. Yüzyıl içinde ekonomi dışa açıldıkça, Avrupa sermayesinin İmparatorluk içindeki gücü artıyordu. Böylece merkezi devletin gücünü artırmak amacıyla başlatılan reform girişimleri çelişkili sonuçlara yol açacaktır.  Osmanlı maliyesinin Avrupa sermayesinin denetimi altına girmesi sürecindeki en önemli dönüm noktaları, 1838 yılında imzalanan dış ticaret anlaşması, 1854 yılında başlatılan dış borçlanma süreci ve 1850’lerden itibaren demir yolları yapımı konusunda yabancı sermaye konusunda yabancı sermayeye verilen imtiyazlardır. 1856 yılında Islahat Fermanı’yla yabancı sermaye yatırımlarına, 1867 yılında da yabancıların İmparatorluk’ta toprak satın almalarına izin verildi. (Pamuk-1994)”.

19.yüzılda Osmanlı yönetimi ne bir sosyal sınıfın doğmasına ne de dünya düzeninde rekabet edecek bir özel sektör yaratmadı. Erken Cumhuriyet döneminde devlet eliyle özel sektörü destekleyecek iktisadi politikalar benimsendi. 1930’larda, özel sektör ikinci planda ama devletin himayesinde daha ziyade iktidarın egemenliğindedir. 1950’de Demokrat parti ve tarıma dayalı iktisadi büyüme dönemi ile ekonomide bir toparlanma olduysa da 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında özellikle 1965 yılından itibaren ithal ikamesi yoluyla sanayileşme hareketiyle iç pazara yönelik ekonomik büyüme politikaları özel sektörün ekonomideki rolü konuşulur oldu. 1962- 1977 arasında Türkiye iktisat tarihinde ağır sanayide ve imalat sanayide istihdamının da en hızlı büyüme kaydedildi. Enflasyonun % 7 ve büyümenin % 7.5 olduğu bir dönemde işçi sınıfı güçlenen sendikalarla yüksek ücret talepleri geri çevrilmedi. Toplumun yaşam standart çıtası da yükseldi. Türkiye Mart 1971’den itibaren ara rejim ve koalisyon hükümetleri tarafından yönetilmeye başlandı. Önce 12 mart döneminin teknokrat ağırlıklı kabinesi, daha sonra CHP- MSP koalisyonu ve Milliyetçi Cephe hükümetleri uzun dönemli iktisadi politikalar izleyemediler. Tam tersine giderek artan iç ve dış sorunlarla birlikte yaşamaya, zor kararları sürekli olarak ertelemeye çalıştılar. 1970 Devalüasyonu gerekli yapısal önlemlerle desteklenmediği için, imalat sanayiinin uluslararası rekabete açılması, ihracata yönelmesi sağlanamadı. 1970’ler boyunca sanayi kesimi yüksek koruma duvarları ardında iç pazara yönelik üretimi sürdürdü.

Esasen ikinci dünya harbinden sonra, Türkiye ekonomisinde önce tarıma dayalı büyüme ve daha sonra da ithalata dayalı sanayileşme politikaları geliştirildi. Her iki dönem de de siyasal istikrarsızlık Türkiye’de ekonominin güdük kalmasına sebep oldu. Dört yılda yapılan seçimler ve iki-üç partili koalisyonda yer alan partilerin koltuk kapma rekabetiyle işleyen parlamenter sistem ekonomik problemleri daha da karmaşık bir hale soktu. 1980 darbesi Toplumun siyasi ve iktisadi hafızasını adeta sildi. Ancak her şerde bir hayır vardır.  Darbe sonrası da böyle oldu. Askeri yönetim döneminden önce Devlet Planlanma Teşkilatı müsteşarı Turgut Özal kurulan askeri yönetimde ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı oldu. Türk ekonomisinde Neoliberal Politikalar ve Küreselleşme dönemi gerçek anlam da başlamış oldu. 1980-2010 toplumun heyecanla dünyaya açılan pencereden bakma bilincinin olduğu bir dönemdir bu.

         1980’li yılların ortalarından itibaren başlayan terör örgütü ve 2001 yılında artık içinden çıkılmaz bir hal alan siyasal ve iktisadi istikrarsızlıkların iç içe yaşandığı bir dönem başladı.

“Türkiye 2002 yılına kadar sık sık değişen koalisyon hükümetleri tarafından yönetildi. Kısa süreli koalisyon hükümetlerinin kısa vadeli siyasal hedeflere yönelmeleriyle birlikte mali disiplinden vazgeçildi. Bir dizi iktisadi krize giden yol açılmış oldu. Siyasetçiler için artık hedef, ekonomide makro dengesizliklerin çözümünü erteleyerek, bütçe dengesizlikleri ile mümkün olduğu kadar daha uzun süre yaşayarak, giderek kayganlaşan siyasal zeminde faaliyetlerini sürdürebilmekti. Sık sık değişen hükümetler iktisat politikalarında küreselleşmeye ayak uydurmak ve bu doğrultuda yeni önlemler almak yerine, var olan sorunları daha da ağırlaşmadan yaşamaya çabaladılar. Ancak giderek ağırlaşan iktisadi sorunlar nedeniyle, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar inişli çıkışlı ve krizli bir dönem yaşandı. (Brotav, 2011; Yentürk,2003)”2001’de bankacılık ve finans sektörü krizi ülkeyi iflasa götürecek kadar depremler yarattı. İrili ufaklı özel bankalarda oluşan büyük açıklar nedeniyle kamu ve özel bankalarda gecelik faizler 2001 yılı Şubat ayında Yüzde 6000’e kadar yükseldi. Türk lirası %50 değer kaybı ile dibe vurdu. Dünya bankasında en üst düzeyde görev almış Kemal Derviş ekonomide sorumlu bakan olarak Türkiye’ye davet edildi. IMF desteğiyle yeni istikrarlı programlar önerildi ve icra edildi. 2002 yılı sonbahar seçimlerinde AK Parti hükümeti tarafından da program benimsendi ve uygulanmaya devam etti.

 

    Önce kamu kesimi bütçelerini bir mali disiplin olarak ele aldı. Enflasyonun da uzun yıllardan sonra %10’un altına alma başarısının yanında makroekonomik istikrar ile ihracatta önemli artışlar ile gelişen ülkeler içinde ekonomik büyümede inanılmaz başarılı oldu.

    İlk beş yıllık iktidar döneminde hızlı bir toparlanma ve büyüme dönemi oldu. 2007 seçimlerini kolaylıkla kazanmasına en büyük etken oldu. 2011 yılı sonunda Türkiye için bir utanç meselesi olan IMF’den borç alma bitmiş, faiziyle birlikte tüm borcu da ödenmiş bir Türkiye artık eziklik kompleksinden sıyrılmış özellikle de Fert başına düşen milli gelirin 12000 dolar üzerinde yer alması “orta gelir tuzağı”ından kurtulma umudu doğmuştu.

Prof. Pamuk: Orta Gelir Tuzağı ve Türkiye bahsinde “1980 sonrasında mamul mallar ihracatına yönelerek kişi başına gelirlerini yükselten pek çok gelişen ülke bugün ciddi bir tehditle karşı karşıya. Kişi başına gelirlerle birlikte ücretler de artarken, özellikle emek yoğun ürünlerde düşük ücretli diğer üretici ülkelerle uluslararası piyasalarda rekabet etmek giderek güçleşiyor. Öte yandan bu ülkeler yeni teknolojiler üretemedikleri ve yeni ürünler yaratamadıkları için katma değeri yüksek ürünlerde gelişmiş ülkelerle rekabet etmekte zorluk çekiyorlar. Satın alma paritesine göre düzeltilmiş 1990 ABD doları ile 3-15 bin dolar arasında kalan ülkelerin, daha yüksek gelir düzeyine ulaşmakta zorluk çektikleri görülüyor. Son 50 yılda orta gelir grubundan yüksek gelir grubuna geçebilen ülkelerin sayısının çok az olması, ‘Orta Gelir Tuzağı’ olarak adlandırılan sorunun ciddiyetine işaret ediyor. (Eichengreen vd., 2013; Yeldan vd, 2012- Pamuk-s.348).Türkiye 2010-2011 arasında fert başına düşen 12000 ABD doları ile bu tuzaktan kurtulma umudunu güçlendirdi. Ancak 2011 sonrasında orta gelir tuzağına yeniden yakalandı gibi görünüyor. 200 yıllık süreçte sorunların çözülmesi zaman zaman iyimserlik rüzgarının estiği bir gerçek ancak Türkiye 20.yüzyılda kendi gelir grubundaki ülkelerin çok gerisinde kaldı. Yeni teknolojik buluşlarla yeni marka ürünler yaratma becerisini gösteremedi. Bugünde imalat sanayii ile ilgili çalışmalar umut verici. Ancak yapay zeka teknolojik buluşlarla arayı açan küresel şirketle yeni rekabet etme gücünü kazanması şart oldu. “Araştırmalar orta gelir düzeylerini aşmakta zorluk çeken ülkelerin en önde gelen özelliklerinin düşük yatırım oranları, mamul mallar üretimindeki büyümenin yavaş kalması ve mamul mallar üretiminin yeterince çeşitlenememesi olduğunu gösteriyor.(s. 348). Refahın, mutluluğun ve kaliteli yaşamın kaynağını; değişim ve dönüşüm paradigmasıyla taçlanan sanayi devrimi çağından bu yana ve hala bazı toplumlarda emekleme döneminde bir türlü gelişimini tamamlamayan hastalıklı olan ekonomiler nasıl kurtulur, güçlü bir ekonominin yarattığı refah düzeyi yakalamak için günümüz düşünürleri durmadan bilimsel ekonomik makaleler, kitaplar yazıyorlar, Dünyada nüfusun sürekli artması, insanın sosyoekonomik ihtiyaçlarını aynı ivedilikte karşılama arzusu gibi problemlere çare bulmayı istikrarlı güçlü bir ekonomiye nasıl sahip olunur üzerinde kafa yormakta, insanların dünyanın bazı bölgelerinde var olan ekonomik kaynakların yetersizliği ya da var olanın da ekonomiyi iyi bilmemesinden verimsiz kullanması yüzünden milyarlarca insanın açlık ve yoksulluğun pençesinde savaştıkları bir çağda yaşıyoruz, bazıları için “zamanların en iyisi, bazıları için de zamanları en kötüsü” bir çağda yaşıyoruz. Japon asıllı Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama; “sosyal erdemler ve refahın yaratılması” nda, güven duygusunun ekonomik yaşamın ve refahın oluşturulmasında güçlü bir faktör olarak vurguluyor. 18. Yüzyıl Alman Filozof Friedrich Hegel’i yorumlayan 20. Yüzyıl Rus asıllı Fransız filozof Alexandre Kojeve’i temel alarak ekonomik refahın ve sosyal erdemlerin yaratılmasında düşük güvenli toplumlarla yüksek güvenli toplumların mukayesesinde net olarak yüksek güvenlikli toplumlarda ekonomik bakış açısından, bazı ahlaki alışkanlıklar erdemleri oluşturur. Ailede bireylerin birbirine güvenmesi aynı zamanda devlet – birey, işçi – işveren, şirketler ve çalışanları ve daha geniş katmanlardan ülkeler arası güvenirlilik, iş birliği toplumsal erdemlerin oluşmasında güven duygusunun rolü büyüktür. Refaha ulaşmak için birlikte yüksek güvenlikli bir ortamda çalışmakla olur. Genel olarak ekonomik gelişme ve büyüme teknolojik ilerlemelerle özdeşleştirilir.

FRANCIS FUKUYAMA/GÜVEN- Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması: Kitabında: Sosyal sermaye zenginlik ve rekabet gücü açısından kritik bir önem taşır. Ancak daha önemli sonuçları, ekonomik ortamda sosyal ve politik yaşamdaki kadar hissedilmeyebilir. Kendiliğinden sosyalleşmenin sonuçların, toplam gelir istatistiklerinde görmek kolay değildir. İnsan varlığı, yalıtılmaktan kaçınan, diğer insanlar tarafından kabul görmekten ve desteklenmekten hoşlanan sosyal yönünün yanı sıra aynı zamanda dar anlamda bencil bireyler ve yaratıklardır. Tabii ki düşük güvenli Taylorist kitle üretimi fabrikalarında çalışmayı tercih eden bazı bireyler de vardır. Çünkü sistem maaşlarını almak için yapmaları minimum işi tanımlar ve ancak bu işi yapmazlarsa kendilerinden hesap sorar. Fakat işçiler genellikle yöneticilerden ve çalışma arkadaşlarından yalıtılmış, kendi becerilerinden ve şirketlerinden pek gurur duymadıkları, kendilerine minimum yetki ve kontrol verilecek kadar güvenildiği bir ortamda çalışmayı istemezler. Kısacası sadece büyük bir makinenin bir dişlisi gibi muamele görmekten hoşlanmazlar. İşçilerin bireysel yapılara kıyasla, grup yönelimli organizasyonlarda çalışmaktan daha mutlu olduğunu “Elton Mayo” nun amprik çalışmaları göstermiştir. Dolayısıyla, düşük ve yüksek güvenli fabrikalar ve ofisler arasındaki verimlilik düzeyi eşit olsaydı bile, yüksek güvenli ortamlar daha insani tatmin sağlayan işyerleridir.”

… Ve fikrimce ‘orta gelir tuzağından’ kurtulamayan toplumlar aynı zamanda düşük yoğunluklu güvensizlik girdabından kurtulamazlar. 

KAYNAK:

1-Prof. Dr. Veysel BOZKURT/ENDÜSTRİYEL&POST-ENDÜSTRİYEL-DÖNÜŞÜM:

Aktüel Yayınları- 1. Baskı- Ocak 2005

2-Prof. Dr. Şevket PAMUK/ TÜRKİYE’NİN 200 YILLIK İKTİSADİ TARİHİ:

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları-XII. Basım Aralık 2020

3-HALİL İNALCIK/OSMANLI İMPARATORLUĞU KLASİK ÇAĞ:

Çeviren: Ruşen Sezer-Yapı Kredi Yayınları- 3.Baskı- Eylül 2003

4-Francis FUKUYAMA/GÜVEN-Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması:

Çeviren Ahmet BUĞDAYCI- Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1.Baskı Ocak 1998

Yayın Tarihi
09.02.2022
Bu makale 51126 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!